cinayet! | " /> cinayet! | "/>

En Sıcak Konular

Oturma odasında cinayet!

12 Nisan 2009 23:47 tsi
Oturma odasında cinayet! Televizyondaki kan, vahşet, cinsellik dolu sahneler çocukların zihnine nakşoluyor. Maruz kaldıkları görüntüler, sesler kişiliklerini etkiliyor. Adnan Tönel “Uzaktan Kumandalı Çocuklar” kitabında çocukları korumanın ipuçlarını veriyor.

Adnan Tönel’in “Uzaktan Kumandalı Çocuklar” kitabından:

Oturma odasında cinayet var!

Televizyon çocuklara kötü değerler öğretir. Örneğin, bol miktarda trafik canavarlığı, acı fren sesleri, hız yapma, mala zarar verme görüntüleri seyredilmektedir. Bu tip sahnelerde ölüm, yaralanma ve hukuki cezalar gerçekdışı olacak kadar seyrek görülür.

Anne babalar hiçbir yabancıyı evlerine davet edip çocuklarına gerçek bir cinayeti göstermez. Fakat birçok genç için ekrandaki şiddet kendi oturma odalarında gerçekleşiyor gibidir. Küçük çocuklar gerçeklikle kurmacayı birbirinden ayırmakta zorlandıkları için, bu onların psikolojik yapısını etkileyebilir.

Televizyondaki şiddet çocuklara gerçek dünyayı öğretmez. Aslına bakarsanız, televizyondaki şiddet gerçek hayatta görülenin yaklaşık 10 katı daha fazladır.

Çizgi filmler dahi çocuklar için zararlı olabilir. İstatistiklere göre çoğu çizgi filmin bir bölümünde 25 ila 100 şiddet eylemi görülmektedir. (Bir araştırmaya göre çok fazla çizgi film seyreden çocukları öğretmenleri “öğrenmeye isteksiz” olarak tanımlamıştır.) Çocuklar için hazırlanmış olan programların yüzde 70’i insanların yaralanması veya öldürülmesine dair sahneler içermektedir.

Televizyonun şiddetli ve sihirli dünyası

Küçük bir çocuğun televizyonda gördüklerinden etkilenerek kendini yedinci kattan boşluğa bırakmasını 20 Ekim 2000 tarihli Radikal gazetesinde “Pokemon gibi atladı” başlığıyla okuduk. Mersin’li Ferhat, neden düştüğünü soranlara “Pokemon’u izledim, Pokemon gibi uçtum” demişti.

Ferhat, bir faciaya dönüşebilecek bu olayı ucuz atlattı ama şansı onun kadar yaver gitmeyen çocuklar da var. Norveç’te 5 yaşındaki bir kız çocuğunun televizyondan etkilenen 6 yaşlarındaki arkadaşları tarafından taşlandığı, dövüldüğü ve kar üzerinde ölüme terk edildiği anlaşıldı. Türkiye’de Inferno adlı korku filmini seyreden bir genç kız intihar etti. Üsküdar’da televizyondan etkilenen 8 yaşındaki bir ilkokul öğrencisi kendini kravatla gardıroba astı.

Ahu Kaskun ve Selen Öztunç “Çocuk, televizyon ve şiddet” başlıklı makalelerinde toplumda şiddetin yayılmasını televizyondaki şiddet görüntülerinin tetiklediğini belirtiyorlar: “Etki yalnız ölümlere neden olmakla kalmıyor; şiddet uygulayıcısı fakat kahraman olan karakteri özellikle çocukların ve gençlerin örnek aldığı ve bu nedenle toplumda şiddetin yayıldığı biliniyor. Bu tip programlar suçun nasıl işleneceğinin tekniğini de öğretiyor ve yayıyor. Bazı hukukçulara göre 5 yaşındaki bir çocuk her gün programları seyrederek 15 yaşına geldiğinde 18 bin cinsel taciz, saldırı, kavga ve işkence yolu öğrenmiş oluyor.”

Televizyonda şiddet, sihir ve cinsellik içeren sahnelerin gittikçe daha fazla kullanılmaya başladığını görüyoruz. Bu “kutu”yu daha da tehlikeli bir hale getiren bu durum, yukarıdaki örnekte gördüğümüz gibi çocuklarımızın başına çok çeşitli dertler açabilir. Bu pis sularda gezinmenin tehlikelerini uzmanların görüşleriyle aktarmaya çalışalım.

Şiddetin “olağan işlerden” sayıldığı yer

Çocuklara yönelik olduğu söylenen ama bol miktarda şiddet içeren çizgi filmler hakkında en güzel eleştirilerden biri, başka bir çizgi filmde, “South Park”ta yapıldı. South Park’ın çocuk kahramanlarından biri televizyonda Pokemon benzeri vurdulu-kırdılı bir çizgi filmin müptelası haline gelir. Ekrandaki görüntülerle hipnotize olur. Daha sonra, onun gibi müptela olan diğer çocuklarla birlikte, savaş kampı gibi bir yerde toplanmış, çizgi film yöneticilerinin savaş talimatlarını dinlerken bulur kendini. 

Çocuklarımızın, bu garip yapımları izleyerek gerçekten de vahşi savaşçılara dönüşmesi mi isteniyor? Bir zamanlar Alplerde yaşayan Heidi, arı maya, şeker kız candy gibi karakterlerle mutlu mesut yaşayan çocuklar ne kadar şanslıymış! Nitekim, bir sivil girişim, “Eski çizgi filmleri geri istiyorum” kampanyası dahi yaptı.

Günümüzdeki yayınlar arasında “okul öncesi çocukların zihinsel gelişimine katkı sağlamak" adına üretilmiş bir çizgi filme şu ana kadar tanık olmadım. Özellikle izlenirliği yüksek kanallarda çocukların tıpkı yetişkinler gibi robotlaştırıldıklarını düşünüyorum. Oturun ve izleyin o çizgi filmlerdeki konuşmaları... Çocuklar büyülü atmosferlerde sihirli tipolojilerin, cadı gibi figürlerin uzantısında kültürümüze, geleneklerimize, inançlarımıza ait olmayan hatta tehlikeli ve merak uyandırıcı yollarla Kabala öğretisini pazarlamaya dönük terimlerle bilinçli ve sistematik olarak tanıştırılıyorlar.

Araştırmalar şiddet ve saldırganlığa yönelik davranışların yaşamın erken dönemlerinde öğrenildiğini göstermektedir. Ancak, yine araştırmalara göre, çocukların duygularını şiddet kullanmadan ifade edebilmeleri için ailelerinin büyük yardımı olabilir. Kendilerine yönelik fiziksel ya da duygusal bir saldırı olmasa bile çocukların şiddetle tanışmaları televizyon yoluyla olmaktadır. RTÜK Kamuoyu ve Yayın Araştırmaları Dairesi Başkanı Dr. Cengiz Özdiker, televizyonda korkunç görüntülere, korkuya ve saldırgan temalara yer veren, estetikten yoksun sahnelerin çocuklara verdiği zararları şu şekilde sıralıyor: 

• Başkalarına ve kendilerine yönelik olarak saldırganlık dürtüleri vermesi ve çok yönlü korku uyandırması.
• Kızgınlık ve öfkenin yanlış yönde yapay ve yıkıcı olarak ifade edilmesi ve gücün yanlış yollardan ifadesine örnek olunması.
• Anne-baba-çocuk ilişkisindeki iletişimsizliğe temel hazırlama, iletişimin kalitesinin bozulmasına yol açılması, aile içi iletişimsizliğin çocuğu bu filmleri izlemeye yöneltmesi.
• İletişim, paylaşım, kitap okuma, oyun oynama gibi alışkanlıkların bozulmasına yol açması.

Televizyonda şiddet görsel ve işitsel olarak; silahlı çatışma, trafik kazası, çarpışan taşıtlar, kan, ceset, tabut, yaralı ve acı çeken insan, taş ve sopayla vurma, patlayan bombalar görüntüsü ile sunulmaktadır. Dizilerde bol miktarda aile içi şiddet, kan davası, organize suçlar, savaş gösterilmektedir. Haber, spor, hatta müzik programlarında bile şiddet vardır. Haberde yayınların üçte birinden fazlasında şiddet “olağan” ya da “haklı” gösterilmektedir.

Şiddet reklamlara dahi sirayet etmiş durumdadır. Örneğin geçtiğimiz günlerde ekranlara yansıyan bir gofret reklamında kullanılan sloganlar hayli düşündürücü. Bir gofretin 'savaş, şiddet, silah ve militarizmi' çağrıştıracak şekilde pazarlandığını seyrettik hep birlikte. Hatta bu reklamdan söz konusu ifadelerin kaldırılması için Reklam Özdenetim Kurulu'na bile başvurular oldu. Söz konusu reklamda, 'parça tesirli pirinç patlakları', 'uzun menzilli karamel', 'kamufle edici sütlü çikolata' gibi ifadeler bulunuyordu!

Türk televizyon kanallarında şiddet ve saldırganlık sıklığı dünyadaki diğer kanallarla aynı düzeydedir. Ülkemizde 1995 yılında yapılan bir çalışmada bir hafta boyunca takip edilen programların üçte ikisinin az ya da çok bir şiddet eylemi içerdiği gösterilmiştir. Bunların üçte birinde şiddet eylemi suç kapsamı içindedir.

Ülkemizde şiddeti en açık haliyle görsel bir malzeme haline getiren “reality show”ları en fazla 12-19 yaş grubu izlemektedir. Çocukların televizyon izleyebileceği saatlerde şiddet kullanmaya özendirici programlar yayınlanmaktadır. Şiddet görüntülerinin daha çok yabancı film ve çizgi filmlerde yoğunlaştığı ve bu görüntülerin çocukları çok fazla etkilediği bildirilmektedir.

ALO RTÜK “178” özel telefon hattına vatandaşlardan 1998 yılında 22.211 şikayet gelmiştir. Bu şikayetlerden 85’i sözel şiddet, 512’si bedensel şiddet, 326’sı toplumda nefret duygularına yol açma, 132’si suç tekniklerini öğretme/özendirme, 280’i toplumun şiddete sevk edilmesi şeklindedir. Vatandaşlar, 1999 yılında bu hatta sadece televizyonlar için 45.982 şikayette bulunmuştur. Şikayetlerin 251’i sözel şiddet, 407’si bedensel şiddet, 55’i suç tekniklerini öğretme/özendirme, 589’u toplumda nefret duygularına yol açma, 503’ü toplumun şiddete sevk edilmesi gibi konularda yapılmıştır.

Şiddetin yararlı olduğu mesajını çıkarabilirler

Memorial hastanesi çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı Dr. Ayten Erdoğan çocukların şiddet görüntülerini içselleştirebileceklerini şu sözlerle ifade ediyor: “Sekiz yaşından küçük çocuklar izlerken gülseler ya da gerçek olmadığını söyleseler bile, çizgi filmlerden “şiddet işe yarar ve kazanır” mesajını çıkarabilirler. Daha büyük çocuklar da aksiyon film ve dizilerinde şiddet kullanan kahramanlardan aynı mesajı çıkarabilirler. Bu çocuklar gerçek olarak gördükleri ve kendilerinin ya da yakın çevrelerinin başına gelebileceğini düşündükleri haber ve canlandırmalardan dolayı da kaygı duyabilirler.

Televizyondaki şiddetin ne kadarının çocuklar için zararlı olacağı konusunda farklı görüşler bulunsa da, televizyondaki şiddete tekrar tekrar maruz kalmanın belirli sonuçlar yarattığı kanıtlanmıştır.

Şiddet görüntülerine sürekli maruz kalmak nelere yol açar?

• Çocukların sorunları çözümlemek için saldırgan yöntemlere başvurmaları olasılığını artırır.
• Dünyanın “acımasız ve korkutucu” bir yer olarak gösterilmesi çocuklarda kaygı düzeyini artırır.
• Çocukların gerçek yaşamdaki şiddete karşı duyarsızlaşmasına neden olur.

• Televizyondaki şiddet en fazla günde 3 saatten fazla televizyon izleyen çocukları, küçük çocukları, erkek çocukları, ailesinde şiddete tanık olan çocukları ve güvensiz çocukları etkileyecektir.”

Televizyonda şiddet çocukları saldırganlığa sürükleyebilir

Bugüne kadar yapılan çalışmalara göre, televizyonda şiddet içerikli programları izleyen çocuklarda agresif davranışların arttığı saptanmıştır. Çocukken televizyon şiddeti ile karşılaşan çocukların erişkin dönemlerinde suç teşkil eden şiddet uyguladıkları görülmüştür. Yıllardır yerli ve yabancı sinema filmlerinde işlenen yoğun şiddet unsurlarının televizyona taşınması engellenememekte, son yıllarda yerli yapım ve dramalarda büyük bir çoğunlukla mafya tiplemeleri işlenmektedir. “Ana, Deli Yürek, Tatlı Kaçıklar, Marziye, Yılan Hikayesi”... gibi dizi programlarda esas oyuncu veya onun çevresinde, mutlaka bir sözde mafya unsuru bulunması da araştırılması gereken ciddi bir olgudur. Çocuklar televizyondan şiddet içeren tutumları ve davranışları öğrenmekte; gerçek yaşamdaki şiddete karşı duyarsız duruma gelmekte; “şiddet kurbanı olma” korkusu yaşamaktadırlar. Televizyondaki şiddet görüntüleri, seyreden çocukların şiddet uygulayan karakterlerle kendilerini özleştirmelerine ve bu karakterler gibi davranmalarına neden olmaktadır.
 
Yapılan diğer araştırmalar, küçük yaşta çok televizyon seyredip, şiddetten ve saldırganlıktan etkilenen çocukların, ileri yaşlarda daha çok şiddet sergilediklerini, kanuna karşı geldiklerini ve daha çok ceza ödediklerini göstermektedir. Saldırgan tutumda, en belirleyici öğenin televizyon seyretmek olduğu ortaya çıkmıştır.

Dişi figürlerin kahraman ve saldırgan olarak gösterildiği programları seyrederek büyüyen kız çocukların da, diğer yaşıtlarına göre daha saldırgan oldukları saptanmıştır. Şiddet uygulayan karakterler haklı, sempatik, sihirli, doğaüstü güçlere sahip ve aslında iyi kalpli karakterler olarak yansıtılmaktadır. Şiddet programı seyretmek çocuklarda gerginlik, endişe, uyuma zorlukları ve kâbuslara da sebep olabilmektedir. 

Gazeteci Erhan Özden, şiddet görüntülerini seyrettikçe gördüklerimizin bizi “yapmaya” itebileceğini söylüyor: “Zihnin öğrenme prensipleri üzerine yapılan araştırmalar, gözlerinizle “gördüğünüz” her davranışın arka planda sizi “yapmaya”, bir kere yaptığınız bir davranışı “tekrar yapmaya” yaklaştırdığını göstermektedir.”

Televizyonda şiddetle ilgili yasalar var ama...

RTÜK yönetmeliklerinde de âmir birçok hükme paralel olarak “Yayınlarda, suç ve toplumsal kurallara aykırı davranışlar, insanları bu tür fiil ve davranışlara özendirici, suç tekniklerini öğretici biçimde verilemez” denilmektedir. Radyo ve Televizyon Yayınları Yayın Esas ve Usulleri Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesi tamamıyla şiddetle ilgili olup, aynen şöyledir: “Şiddete karşı birey ve toplumu duyarsızlaştıran, insanları şiddet kullanmaya yönelten, özendiren yayın yapılamaz. Yayınlarda insanları intihara yönlendirici ya da intihar girişiminde bulunmaya teşvik edici unsurlara yer verilemez. Haber, haber programı ve güncel programlarda şiddet unsuru taşıyan ses ve görüntüler sadece olayın gerektirdiği ölçüde, aşırıya kaçmadan kullanılabilir. Şiddet unsuru ağırlıklı dramatik yapımlar, çocuk ve gençlerin olumsuz etkilenmemeleri için, önceden uygun uyarılarda bulunulması kaydıyla, ancak saat 23.00 ile 05.00 arasında yayınlanabilir. Bu tür programların tanıtım duyurularında şiddet içeren bölümler kullanılamaz ve bu duyurular saat 21.30’dan önce yapılamaz”.

Türkiye’nin de imzaladığı Avrupa Sınır Ötesi Televizyon Sözleşmesi ve Basın Konseyi’nin belirlediği Meslek İlkeleri de, şiddet eğilimini özendirecek yayın yapılmasını yasaklamaktadır.

Dr. Cengiz Özdiker çocukların televizyonda gördükleri kavramları nasıl özümsediklerini anlatıyor: “Yapılan gözlem ve araştırmalar göstermiştir ki, çocuklar erken yaşlarında şiddet sahnelerini büyülenmiş gibi seyretmektedirler. Çocuklar erken yaşlarda hile, kurnazlık gibi soyut kavramları bilmemektedirler. Ölüm kavramları bile gelişmeyen çocuklar ekranda olup bitenleri masumca seyrederler; gördüklerini eğlendirici, heyecan verici bulurlar. Daha ileri yaşlarda, iyi/kötü kavramlarının oturması, ölümün kavranması, hile, kurnazlık gibi soyut düzeyde anlaşılabilecek şeylerin özümsenmesiyle, çocuğun farklılaştığı bilinmektedir.”

Televizyonda şiddetin cezalandırılmaması bu tür eylemleri artırıyor

Saldırgan davranışların ve şiddet eylemlerinin, engellerin aşılmasında, sorunların çözümünde kullanılması, eylemi yapan insanın haklı olması, ödüllendirilmesi, eleştirilmemesi, kınanmaması, cezalandırılmaması bu tip davranışların ve eylemlerin artmasına, yayılmasına yol açmaktadır. Batılı bireyin, özellikle Amerikalının televizyon karşısına geçtiğinde veya sinemada, sanattan çok heyecan aradığı gözlenmiştir. Ticarî başarı için şirketlerin, yönetmen ve yapımcıların şiddet ve cinselliği vazgeçilmez öğeler olarak gördükleri tartışılmaz bir olgudur. Şiddet sahnelerinde duyulan heyecanın çekiciliğini şöyle bir düzenekle açıklamak gündemdedir: Değişen ekonomik şartlar, artan nüfus yoğunluğu, gitgide zorlaşan iş koşullarıyla Batılı birey televizyon karşısına geçerek boşalmayı tercih etmektedir. İnsanlar gündelik öfkelerini televizyonun karşısında, şiddet sahnelerinde kendileri aktörmüşçesine, özdeşleştikleri kahramanlarla eş duyum halinde boşaltmaktadırlar. Şiddet sahnelerini izleyen birey, öfkelendiği kişinin cezalandırılmasından haz alır. Gündelik öfkelerin somutlaştığı kötü adamlar, hainler, yalancılar, ikiyüzlüler ve kanunsuzlar tek tek öldürülmekte, işkence görmektedirler. Bunun başka bir yan etkisi de gerçek hayattaki dertlerle yüzleşmeme veya bu dertlerin çözümünü erteleme olabilmektedir.

Televizyon programlarındaki şiddet oranları önceden belirtilerek, ailenin izlemeden önce şiddet miktarından haberdar olması sağlanabilir. Televizyonda şiddet eylemlerinin cazip gösterilmesi, nedensiz şiddet sahneleri, aşırı kanlı sahneler yer almamalıdır. Televizyonda çocukların taklit edebileceği tehlikeli kavga sahnelerinin, çocuk programlarında problemlerin çözümünde uzlaşma yerine gösterilen kavga sahnelerinin, çocukların şiddet kurbanı olarak gösterildiği sahnelerin, çocukların televizyon izlediği saatlerde cinsellik ve şiddetin kullanıldığı sahnelerin ve hayvan istismarının gösterilmesi yasaklanmalıdır.

Zıt değerler iç çatışma yaratıyor

“Televizyon ve Toplum- Television and Society” kitabının yazarı Harry Skornia televizyonun toplumsal ölçekte akıl sağlığımıza kastettiğini belirtiyor. Skornia’nın televizyonla ilgili tespitleri son derece kaygı verici: “Bir çocuğa din, okul, ebeveynler ve hukuk sistemi bazı değerleri öğretirken, diğer tarafta medya bambaşka değerleri empoze ederse, birçok insan iç çatışma yaşayabilir. Birbiriyle çelişen, çatışan bu değerler bazı doktorlara göre daha fazla şizofreni vakası görülmesinin sebeplerindendir.

Çocuklar gün içinde birçok kez televizyonun kurmaca dünyasında dayatılan değerlerle kendi kişisel hayatındaki gerçekliğin getirdiği değerler arasında sıkışır. Herkes bu tür bir çatışmayla başa çıkamaz.

Reklamların çoğu insanın sahip olduklarından veya kimliğinden tatmin olmamasına yöneliktir. Televizyon ve diğer medya kuruluşları aracılığıyla yayılan bu reklamlar ulusal ölçekte bir tatminsizlik oluşturur. Reklamveren ve reklamı yayınlayan kuruluş açısından bu tatminsizlik çok avantajlı bir durumdur ama halkın çıkarları için aynı şey söylenemez.”

İnsani ilişkiler zedeleniyor

Kitabın ilk satırlarında evlerimize televizyon girmeden önce akşamları zamanın nasıl geçirildiğini hayal etmeye çalışmıştık. İnsanlar o “çok eski zamanlarda” sohbetler, masallar, elişleri gibi güzel faaliyetlerle uğraşmış ve erkenden uyumuş olabilirler. Televizyonun toplumu en derinden vurduğu noktalardan biri de insani ilişkileri zedelemiş olması. Devamlı televizyon seyrettikleri için konuşamayan ve en sonunda boşanan çiftler... Misafirliğe gidildiğinde topluca izlenen diziler... Televizyon insani ilişkileri derinden etkiliyor.

İnsanoğlu birbiriyle ilişki kurarak gelişimini sürdürür. İnsanlar arasındaki bu ilişkiyi erteleyen, zorlaştıran, ikinci plana iten herhangi bir şey, toplumun gelişmesine engeldir.

Günde 5-6 saat televizyon seyreden çocuklara baktığınız zaman bir araya geldiklerinde bir türlü iletişim sağlayamadıklarını görürsünüz. Birbirlerinden korkarlar, ilişkilerden endişe duyarlar. Kendilerine bir şey söylenmesini, konuşmayı veya soru sorulmasını istemezler. İstedikleri tek şey vardır: seyretmek.

Böylece çocuklar suskun bir şekilde büyür. Ergenlik çağına geldiklerinde dinledikleri müzik veya seyrettikleri film onları birbirleriyle ilişki kurma zorunluluğundan kurtarır. Ekrandan gelen sesler konuşmayı güçleştirir, kafalarının üstündeki ekransa bütün dikkatlerinin odaklandığı yerdir. Genellikle sessiz kalırlar. Birbirleriyle yan yana otursalar dahi üçüncü birşeyin – müzik ya da filmin- varlığıyla ayrılmışlardır.

“Amerika’nın bir ruhu var mı?” başlıklı makalesinde Thomas Moore Amerikalıların sadece televizyondaki parıltılı olaylardan, dev organizasyonlardan etkilenir hale geldiğini söylüyor: “Televizyon programları dikkatimizi starlara yönlendirdikçe bizi insan yapan ve birbirimizle ilişki halinde tutan basit şeyleri değersiz görmeye başlıyoruz. Sıcak, gönülden sürdürülen bir sohbet yerine ekranlardaki mesafeli bilgileri almayı tercih ediyoruz.”

Yalnızlık makinesi

Televizyonun bir diğer vahim özelliği de, insanları toplumdan izole etmesi. “Televizyonun Gücü – The Power of Television” isimli eserinde Conrad Lodziak izole edilerek tüketim birimlerine dönüştürülmemizi anlatıyor: “Sosyal olarak izole olmuş birey bu sorununu belki televizyon karşısında daha fazla zaman geçirerek çözmeye çalışmaz ama kendisi gibi birçok bireyin olduğunu düşünerek rahatlar. İnsanlar ortak ihtiyaçların tanınacağı ve çözümlerin üretileceği fırsatlardan yoksun kalırlar. Sosyal ilişkiler “özelleşmeye” başlar. Bu özelleşme, kapitalist toplumların ayakta kalmasını sağlayan şeydir. Aynı zamanda insanın üzerinde kurulan yeni egemenlik biçimlerini de üretir.

Televizyon, sorunlara kolektif veya politik çözümler aramak yerine bireysel çözümlerin aranmasını teşvik eder. Bu, insanların toplumda politik bir vatandaş olmaktan çıkarılıp, kurumsal dünyada bir tüketim birimi haline getirilişiyle paralel bir olgudur.”

Bilinç ve bilinçaltına yönelik kuşatma

Televizyonda izlediğimiz görüntüler bizi nasıl etkiliyor dersiniz? Ağlatıyor, güldürüyor, şaşırtıyor, bazen dehşete düşürüyor. Bunların hepsi doğru. Peki, farkında olmadıklarımız? Televizyon nasıl davranmamız gerektiğini, değer yargılarımızı ve fikirlerimizi de şekillendiriyor aslında.

Tahir Karaboğa, kitle iletişimsizlik aracı olarak tanımladığı televizyonun bilgi vermekten başka bir görevi daha olduğunu ifade ediyor: “Televizyon artık bir kitle iletişim aracı olmaktan çıkmış, kitlelerin beynini yıkama aracına dönüşmüştür.”

“Dev medya kuruluşlarının, bilgi, haber, eğlence tekellerinin öncelikli amaçlarından biri de insanların bilincini değiştirmektir.” diyor Amerikalı yazar Jeremy Seabrook. “Bu görevlerini Batı kültürünün yaratmış olduğu en kışkırtıcı ve çekici isimler aracılığıyla yapıyorlar. Bütün dünyadan gençlerin kalbi bu şekilde fethediliyor. Pop kültürü renkli ve eğlenceli. Bütün dünyada süregelen yoksulluk ve emniyetsizliğin arasında bir kutlama, bir sevinç çığlığı gibi gösteriliyor. Gençlere eğlence, para ve cinsellik dolu bir hayat vaat ediyor. Başka bir deyişle, onları daha iyi bir hayata kavuşmak için göğüslemek zorunda oldukları meselelerden uzaklaştırıyor. Kâr amaçlı kurmaca hayatların kahramanları gibi görüyorlar kendilerini.

Gençlere zarar veren seksi görüntüler, para kültürü veya herşey mübahtır anlayışı değildir. Değerler, vaatler, eğlencenin öne çıkarılması aslında bilincimizi etkiler. Çok uzaklarda başkaları tarafından kontrol edilen küresel pazar için bilincimiz yeniden şekillendirilir. Bütün bunlar bir komplo teorisi olarak başlamış olamaz; komplonun kendisi haline geldi çünkü.”

Seabrook’un çarpıcı tespitleri küresel bir pazarlama faaliyetinin tüketicileri olarak nasıl yönlendirildiğimizi sergiliyor. Küresel pazarlama ağının hepimizi etkilemek için kullandığı reklamlar bilincimizden daha fazlasını etkiliyor aslında. Kasıtlı olarak bilinçaltımıza yönelik mesajlar da kullanılıyor.

Neden mi? “Gereksiz bilgiler kaybolur gider, diğerleri bilinçaltına yerleşir. Bilinçaltınıza yerleşenleri değiştiremezsiniz. Bilinçaltınızdakileri yargılayamazsınız ve kolay kolay unutamazsınız. Bilinçaltı bellek, davranışlarınızı ve kararlarınızı etkiler.”

Yukarıdaki sözler Ahmet Şerif İzgören’e ait. Reklamlarda bilinçaltımıza yönelik yapılan saldırıyı “Eşikaltı Büyücüleri” kitabında gayet açık bir şekilde gösteriyor. Kitabın alt başlığı “Dehşet, ölüm ve seks üçgeninde reklam ve propaganda”. İzgören, propagandayı “insanların fikirlerini, duygularını, bakış açılarını ve davranışlarını sponsoru adına değiştirmek için yapılan tüm çalışmaları içeren bir yöntem” olarak tanımlıyor. Reklamcıların alt başlıkta geçen dehşet, ölüm, seks kavramlarını kullanarak bilinçaltımızı etkilemeye çalışabildiklerini ifade ediyor.

Herhangi bir olguyu algıladığımızda onunla birlikte ve onunla ilişkili olarak birtakım yan olgular da algılarız; ama ne onların üstünde durur, ne de dile getiririz. Bu yan olgular, temel olguyla ilişkili olduklarından, temel olgu üstündeki faaliyetlerimizde kimi zaman etken olurlar. Ya da önceden bildiğimiz, ama bu anda düşünmediğimiz öyle şeyler vardır ki bu andaki temel düşüncemizi, onunla ilişkili oldukları için, etkilerler. Altbilinç ya da bilinçaltının bütün esrarı bundan ibarettir.

Kelime, görüntü ve sesler aracılığıyla bilinç algımızın sınırının altında yapılan etkileme yöntemlerini "eşikaltı yöntemler" diye adlandırarak, reklamlarda kullanılan bu yöntemlerle dehşet, ölüm ve seks olgularının bilinçaltımıza yerleştirilmesini görmezden gelemeyiz. Öte yandan, sigara, alkollü içkiler, parfüm, otomobil, moda, gıda ve cep telefonu sektörlerinden binlerce reklam tehlikeli boyutlarda hafızamızı doldurmaya devam ediyor.

Bir reklamda, kutup ayılarının kola içmesi neticesinde, her kar yağdığında canınızın kola çekmesi, “kirlenmek güzeldir”, “ben temizim”, “hiç tanımadığınız bir erkek size çiçek verirse şaşırmayın”, “bir bilmecem var çocuklar”, “Macit beni otomobillendir” gibi örnekler, cümleler aracılığıyla etkileme yöntemlerinin sadece birkaçını oluşturuyor. Televizyonlar aracılığıyla sağlanan bu mahkumiyet ve bir nevi işkence yöntemi, paranız olmasa da, sizi reklamda gizlice şirin gösterilen o ürünü tüketmeye zorlayarak (hatta toplumsal düzen kanunlarını da yok sayabileceğiniz bir süreçte) bilinçaltınızı meşgul ediyor. (Konuyla ilgili televizyonda, gazetelerde bugüne kadar herhangi bir tartışmanın gündeme gelmemesini de “görsel medya sektörünün içişlerine müdahale olacağı kaygısıyla”, göz ardı edildiğini iddia etmekteyim). Bu alanda birkaç araştırmacı öğretim üyesi ve eşikaltı reklamcılığını uygulayan birkaç reklamcı dışında da konuyu bilene rastlamadım.

Televizyon yayınlarında, halkın beğeni ile izlediği yerli dizi ve tiyatrolardaki ana ve yardımcı karakterlerle, ses sanatçılarının alkollü içki ve sigara içerken yoğunlukla gösterilmesi kanun ve yönetmelikler eliyle engellenemediğinden, çocuk ve gençler için özendirici olmaktadır. Oysa, çocuk ve gençler, alkol, sigara, uyuşturucu madde gibi zararlı bağımlılıklara yöneltecek her türlü etkiden korunmalıdır.

Bilindiği gibi 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Kanunun 22. maddesi, "alkol, tütün ve tütün ürünlerinin reklamlarına izin verilemeyeceğini" hükme bağlamaktadır. 3984 sayılı yasaya dayanılarak çıkarılan 20 Kasım 1994 tarihinde yürürlüğe giren, Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 13. maddesi de “yayıncı kuruluşların, alkol, alkollü içkiler, sigara ve diğer tütün ürünlerinin reklamlarını yayınlayamayacaklarını" öngörür. Ayrıca, aynı yönetmeliğin 12. maddesi, "reklamı yasaklanan ürün ve hizmetleri üretenlerle, bunların satışı ile iştigal edenlerin program desteklemesinde bulunamayacağını" hükme bağlar.

Yasalarımız tüketicinin korunması bakımından, gizli reklam ve bilinçaltı reklamı da yasaklamıştır. 3984 sayılı yasanın 20. maddesi, "Reklamların, program hizmetinin diğer unsurlarından açıkça ve kolaylıkla ayırt edilebilecek ve görsel ve işitsel bakımdan ayrılığı fark edecek biçimde düzenlenmesini, bilinçaltı ile algılanan reklamlara izin verilmemesini" hükme bağlar. Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesine göre de, "Yayınlarda gizli reklam yapılamaz. Programlarda açıkça reklam olduğu belirtilmedikçe ürün veya hizmetler reklam amacını taşıyan şekilde sunulamaz. Çok kısa sürelerle imaj veren, elektronik aygıt veya başka bir araç kullanılarak veya yapılarının ne olduğu konusunu izleyenlerin fark edemeyecekleri veya bilemeyecekleri bir biçime sokarak, bilinçaltıyla algılanmasını sağlayan reklamların yayınlanması yasaktır."

Ekrandaki rol modeller, tek tip insanlar

Çocuklara özellikle diziler ve bazı televizyon programları aracılığıyla bazı rol modelleri dayatılıyor. Çocukların seyrettiği programlarda sunulan cinsiyet rolleri son derece basmakalıp. Çocuklar bu klişeleri zihinlerine yerleştirip onlarla özdeşleşirler. Bu nedenle bir dönem Türkiye'de değişik yaş gruplarından erkek çocuklar "Polat Alemdar" olmak istemişlerdi. Bu tür programlar genellikle erkek çocuklara daha çok şiddet kullanan baskın kişiler olmaları, kız çocuklara da daha pasif ve sessiz olmaları gerektiğini belirten mesajlar vermektedir. Bu mesajlar, çocuklara yanlış ve cinsiyetçi rol modelleri sunmaktadır.

6-9 yaş arasındaki çocuklar da özellikle gerçek yaşama benzeyen sahnelerde gerçek ile hayali olanı ayırmakta zorluk çekerler. Hayranlık besleme eğiliminde olurlar ve kahramanlara benzeme isteği duyarlar.

Gazeteci-yazar Nevval Sevindi çocukların kendilerine örnek alabilecekleri bir rol model arayışı içinde olduklarını ve televizyonun bu ihtiyacı anında karşıladığını yazıyor: “Televizyon hayatımıza girdiğinden beri “rol” üreten bir araç oldu. Topluma yansıttığı “rol model”ler şarkıcılar, sinema filmlerinde oynayanlar, eğlence ve moda sektörü ağırlıklı. Çünkü televizyon bir eğlence aracı sayılıyor. Fakat etkisi hesaba katıldığında eğlendirmekten çok daha büyük bir etki gücüne sahip olduğu da aşikar. 11-20 yaş arasındaki gençlerin toplumsal nitelik kazanmaya çalıştığı bu dönem arayışın en fazla olduğu zaman dilimidir. Kim olduğu, nerede yaşadığı, kime inanacağı, hayatının amacının ne olduğunu hep arama halindedir. Çevresinde daima “onun gibi” olmak istediği kişileri arar durur. Televizyon bu arayışa çok genel, hazır cevaplar vermekte. Bunların karşıtı ya da alternatifi arayışların sağlanamaması, farklı rol modellerin üretilememesi gençlerin aldatılması için zemin hazırlamakta.”

Artık biz de Hollywoodlu olduk

ABD’ye yolu düşen Türklerin çoğu, orada gördükleri şeylerin çoğuna bir çeşit “deja vu” hissiyle bakmaktadırlar. Bart Simpson’ı okula götüren servis aracı, Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz kahve-tost-yumurta ile kahvaltı, benzinciler, gri New York sokakları, Central Park veya yan yana konmuş depoları andıran devasa alışveriş merkezlerinin hiçbiri yabancı gelmez. Çünkü, hepimiz çocukluktan itibaren Amerikan yapımlarıyla dolu televizyon ekranından veya sinema filmlerinden o ülkede yaşamış kadar olduk.

Tahir Karaboğa Hollywood filmlerinin başka bir misyon üstlenmiş olduğunu dile getiriyor: “Bugün Amerika, tüm dünyaya emperyal ideolojisini Hollywood filmleriyle ihraç etmektedir. Hollywood filmleri, Amerika halkının yaşam tarzının diğer uluslarınkinden üstünlüğünü, zenginliğini, değerlerinin yüceliğini, sözde özgürlükçülüğünü, askeri gücünün ihtişamlığını vurgulayıp, ön plan çıkarır. Bir sistemi dayattığından ideolojiktir. Bu anlamda Hollywood filmlerinin ırkçı, milliyetçi ve militarist bir yaklaşım sergilediği görülür. Öte yandan, bu filmler, insanların tüketime olan taleplerinin artmasında yeni tüketim alışkanlıkları ve davranış kalıpları geliştirdiğinden, büyük ekonomik bir sektör oluşturmaktadır.

Bu filmler aracılığıyla Amerikan yaşam tarzı, tüketim kültürü, başka uluslara dayatılmakta, bu durum, başka ulusların kültürlerinin ve yaşam tarzlarının derinden etkilenmesine, kültürel çatışma ve kültürel çelişkilerinin artmasına, yerel kültürlerin yok olmasına ön ayak olmaktadır. Hollywood filmleri, insanların hayata bakış açılarının, gelenek ve göreneklerinin, davranış ve ilişki biçimlerinin değişmesinde başrol oynadığı gibi, insanlar arasında tüketim çılgınlığını körükleyerek sistemin bir iç dinamiği olarak görevini yerine getirir.”

Barbie bebekler kadar ince

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) obeziteyi [aşırı şişmanlık] “Sağlığı bozacak ölçüde yağ dokularında anormal veya aşırı miktarda yağ birikmesi” şeklinde tanımladı.

Yeni Zelanda’daki Dunedin Üniversitesi doktorlarından Robert Hancox ve ekibi, Otago bölgesinde doğan bin kişiyi yirmi altı yaşına kadar izledi. Araştırmada, çocuk ve gençken günde iki saat ya da daha fazla televizyon izleyenlerin sigara tiryakisi, şişman ve yüksek kolesterollü olma riskinin daha çok olduğu ortaya çıktı. Bu kişilerin ayrıca kalp ve solunum rahatsızlıklarıyla da karşılaşabildikleri belirlendi. Araştırmada, günde iki saatten fazla televizyon seyreden yirmi altı yaşındaki bu gençlerden yüzde 17’sinin aşırı kilolu olduğu, yüzde 15’inin kolesterol seviyesinin çok yüksek olduğu, yüzde 17’sinin tütün ürünleri tükettiği belirtildi.

Televizyon, kız ve erkek çocukların “vücut ölçülerini” farklı şekillerde etkiliyor. Kız çocuklarına televizyondaki çizgi filmlerde dayatılan mutluluk sembolü manken modellerin hepsi de 90-60-90 vücut ölçülerine sahip, büyük ve genelde mavi gözlü, genelde sarı saçlı, uzun bacaklı. Çocuğun düş gücüne göre değişemeyecek kadar tek tipler. Saniyede iki Barbie satıldığını akılda tutarsak, çocuğun çevresindeki tüm akranlarında da aynı vücuda sahip bebekler gördüğünü düşünmek yanlış olmaz. Çevresini saran bu tek tip bebekler, çocuğun bebekte temsil edilen vücut formunu ideal bir güzellik olarak mutlaklaştırmasına neden olmakta. Gerçek dünyada kadınlara dayatılan güzellik anlayışı, Barbieler üzerinden dolaysızca çocuğun oyun dünyasına girmekte ve onu baskı altına almakta.

Sussex Üniversitesi’nden Helga Dittmar, “Developmental Psychology” dergisinde yayınladığı araştırmasında; Barbielerin aşırı zayıf vücutlarıyla kız çocukların kendi vücutlarından hoşnutsuzluk duymalarına neden olduğunu belirtiyor. Bu hoşnutsuzluk, çocuğun çok erken bir yaşta vücuduyla didişmesine ve “anoreksiya nevrosa ya da bulumia nevrosa” (yediğini çıkarma) gibi yeme bozukluklarına neden olabiliyor. Dittmar, dünyada her yüz bin kadından ancak bir tanesinin Barbielerle empoze edilen vücut formuna bürünebileceğini de ekliyor. Yani, televizyonda seyrettiği Barbie’yi mutlak güzellik olarak kavrayan her 100 bin kız çocuğunun 99 bin 999’u hayatlarını vücutlarından memnun olmadan sürdürmek zorunda kalıyor.

Çocukluk obezitesini oluşturan çevresel etmenler arasında ailenin beslenme biçimi ve hareketsizlik de bulunmaktadır. Uzun süre televizyon izlenmesi ve televizyon izlerken yüksek kalorili yiyeceklerin tüketilmesi obeziteyi daha da artırmaktadır. Obezite ve psikolojik etmenler arasında bir ilişki olduğu kabul edilmektedir. Anne-baba-çocuk arasındaki olumsuz ilişkiler çocuğun ruhsal yapısını etkileyip aşırı yemesine neden olabilmektedir.

Ayrıca çocukların az hareket etmeleri, vakitlerinin çoğunu televizyon veya bilgisayar karşısında oturarak geçirmeleri ve bu arada sürekli bir şeyler atıştırmaları önemli bir faktör.

Yemek yedirmek için televizyon karşısına oturtulan çocuklarda televizyon izleme alışkanlığı oluşacağı belirtilerek, kontrolsüz şekilde televizyon izleyen çocukların yorum yapma ve muhakeme etme yeteneklerinin olumsuz etkileneceği bildirilmiştir.

www.iyilikguzellik.com



Bu haber 3,497 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,342 µs