iyilikguzellik özel" /> iyilikguzellik özel"/>

En Sıcak Konular

Hızla artan kısırlığın perde arkası-2

9 Temmuz 2010 16:33 tsi
Hızla artan kısırlığın perde arkası-2 Küresel sermayenin, küresel tuzaklarına düşen insanlar sadece bedensel yönden değil, maddi ve manevi yönden de kısırlaşıyor!!! Ama nasıl? iyilikguzellik özel

 

Hızla artan kısırlığın perde arkası-1 başlıklı haberimize tıklayarak yazımızın birinci bölümünü okuyabilirsiniz...

Dünya ve Türkiye gün geçtikçe kısırlaşıyor... Evet, artık günümüzün acı gerçeklerinden biri bu! Peki, bu derdin kökeni nereden geliyor?

Türkiye penceresinden baktığımızda, özellikle son 30 yıl içinde, bir yandan atalarımızın beslenme tarzından, aile yaşamından, inançlarımızdan ve geleneklerimizden uzaklaşırken, diğer yanda batının yaşam anlayışına özenip“modernleşeceğiz” derken her açıdan kısırlaşmadık mı?

Küresel sermayenin, küresel tuzaklarına düşen insanlar sadece bedensel yönden değil, maddi ve manevi yönden de kısırlaşıyor!!! Bedenleri esir alan kötü hastalıklar… Evleri ve işyerlerini saran elektromenyetik dalgalı teknolojik ürünler… Sofraların vazgeçilmezi olan hazır ve kısır gıdalar… Özgür yaşam adı altında yok olan aile hayatları…

Ve bunların sonunda yalnız, eşsiz, çocuksuz, torunsuz, işsiz, evsiz ve hasta insanlar ordusu… Bu ordunun üyeleri aç!!! Hem bedenen hem ruhen hem de kalben…

Özetle üreme organlarında artan kısırlığın çaresi, öncelikle günlük yaşamımızda ve içimizde aranmalı! Bu bağlamda, yazı dizimizin ikinci bölümünde de basında yer alan haberler eşliğinde kısırlık ekonomisinin iç yüzünü ve korunma yollarını sizlerle paylaşıyoruz:

 

"Yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin." Bu söz kime ait? GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) aslında dünya insanalarını kısırlaştırma operasyonunun bir parçası mı? F.William Engdahl’ın Ölüm Tohumları kitabında tüm dünyada artan kısırlığın sebeplerini tüm açıklığı ile ortaya koyuyor… 

Bizi Sessizce Öldürüyor, Hiç Olmadığı Kadar Sessiz...
Monsanto, Dow, DuPont ve onları destekleyen Washington Hükümeti’nin belirgin stratejisi GDO tohumları yeryüzünün her köşesine yaymaktı. Bunu yaparken de önceliği savunmasız, ağır borç yükü altındaki Afrika ve diğer gelişmekte olan ülkelere ya da Polonya ve Ukrayna gibi hükümet denetimlerinin az, yolsuzlukların yüksek olduğu ülkelere verdiler.

Bir kez ekildikten sonra tohumlar tüm bölgeye yayılacaktı. İleriki bir tarihte, küresel GDO tohum şirketleri, Dünya Ticaret Örgütü yaptırımlarıyla tehdit ederek gezegenin gelişen bölgelerindeki tohum tedarikine hâkim konumda olacaklar ve dilerlerse yaşamak için gerekli olan tohum tedarikini kesebileceklerdi. İstihbarat terminolojisinde böylesi bir kapasite "stratejik kırmızı güç" olarak bilinir. Olası bir düşman ya da rakip, kaynağı kontrol eden kişilerin siyasi isteklerine boyun eğmedikleri sürece stratejik bir kaynaktan mahrum bırakılabilir -enerji, ya da bu durumda gıda- ya da mahrum bırakılmakla tehdit edilebilir.

Çok Özel Bir Mısır
Peki, nasıl olur da bu durum ABD'deki Rockefeller Vakfı, Ford Vakfı ve diğer büyük oyuncuların uzun dönemli nüfus kontrolü stratejileriyle ilişkilendirilebilir? Yanıt kısa sürede ortaya çıkacaktır.
San Diego'da küçük bir biyo-teknoloji şirketi olan Epıcyte, Eylül 2001 'de yaptığı bir çalışmayla ilgili olarak bir basın toplantısı düzenledi. Şirket en son GDO mahsulünü yarattıklarını açıkladı -gebeliği engelleyen mısır. Gebelik bağışıklığı olarak bilinen bir durumu olan kadınlardan antikorlar aldılar ve bu kısırlaştırıcı antikorların üretilmesini düzenleyen genleri ayırdılar ve kalıtım mühendisliği yöntemlerini kullanarak mısır bitkisinin oluşmasını sağlayan mısır tohumlarına bu genleri iliştirdiler" "Sperm öldürücülü antikorlar üreten mısırlarla dolu bir seramız var" dedi, Epıcyte Başkanı Mitch hem de övünerek."

Dünyadaki egemen basın tarafından pek üzerinde durulmayan bu çarpıcı açıklamanın ardından, Epicyte stratejik bir araştırma ortaklığı ile lisans anlaşması yaptı. Bu anlaşmayı ABD'deki üç büyük genetik şirket tarımcılığı tohum evinden biri olan Dow AgroScıences aracılığıyla Dow Kimyasallar ile yaptı. O zaman yaptıkları açıklamaya göre bu ortaklığın amacı Epıcyte'nin teknolojik devrimini Dow AgroScıences'ın "genetik mühendisliği mahsullerdeki gücü" ile birleştirmekti. Eptcyte'nin ürün adayı antikorları, mısıra dönüştürülüyordu. Epicyte ve Dow kuruluşları gen değişimli bitkilerde antikorların açılım, sabitlik ve birikimini etkileyen etmenleri araştıran dön yıllık bir programda anlaştılar. Epıcyte aynı zamanda Novartis Tarım Keşif Enstitüsü (Syngenta) ve Baftimoredan ReProtect LLC ile gebeliği engelleyen antikor temelli mikrobisitler geliştirmek için de işbirliği yaptı."

6 Ekim 2002de CBS Haber kanalı. Kısır Tohum teknolojisinin geliştirilmesi için de canla başla çalışan ABD Tarım Bakanlığının, çeşitli mahsullerde ilaç ve ilaç bileşikleri yetiştirilmek üzere ülke çapında 32 deneme tarlasını parasal olarak desteklediğini açıkladı. ABD Hükümetinin tarla denemeleri, Epicyte'nin sperm Öldürücülü mısır teknolojisini de içeriyordu. Açıklanmayan şey ise ABD Tarım Bakanlığının ABD Savunma Bakanlığındaki bilim adamlarına deneme tarlalarındaki sonuçları iletiyor olması idi. Bunu Maryland'deki Edgevvood (Ecvud) Kimya ve Biyoloji Merkezi gibi sayısız biyolojik araştırma merkezleri aracılığıyla yapıyorlardı."

Daha önceden, gebelik engelleyici antikorların üretimi, kobay faresi yumurtalık bakterisinin kullanıldığı ultra steril, özel fermantasyon koşulları için maliyeti 400 milyon dolara kadar çıkabilen pahalı tesisler gerektiriyordu. Epicyte özel GDO'lu sperm öldürücülü mısırı yetiştirmek için 40 hektarlık alanın yeterli olduğunu ve sperm öldürücü için gerekenin çok üzerinde antikor üretileceğinden bunun birkaç milyon dolara mal edilerek maliyeti % 90 düşüreceğini iddia etti.

Yaptıkları kısa kamuoyu açıklamasında Epicyte, dünyanın "aşırı nüfus artışı" sorununa bir çözüm olarak sundukları sperm öldürücülü mısırın 2006 ya da 2007'de ticari olarak piyasaya sunulacağını tahmin etti. Basın açıklamasından sonra insan spermini öldürecek sperm Öldürücülü mısır yaratmadaki Epicyte'nin çığır açıcı başarısı ite ilgili tartışma sona erdi. Epicyte Mayıs 2004'de Kuzey Carolina (Karolayna)'dan bir biyo-teknoloji şirketi olan Pittsboro tarafından satın alındı. Daha sonra, sperm öldürücülü mısırın geliştirilmesi hakkında basında daha fazla bir şey duyulmadı ve konu unutuldu.

Yenildiğinde erkeklerde spermi öldüren bir mısır türünün yaratacağı siyasi çalkantı nedeniyle araştırmaların gizlice devam ettiği yönünde söylentiler dolaştı. Meksikalı çiftçiler Oxaca (Ohaka)'daki Meksika mısır tohumu hazinesinin kalbine genetiği değiştirilmiş mısırların yetkisiz bir şekilde yayılmasına karşı zaten isyan halindeydiler.

picyte'nin sperm öldürücülü antikorlarını içeren mısırın -ki mısır Meksikalıların temel gıda maddesiydi- yaratacağı etkiyi düşünmek çok da zor değildi. "Sperm Öldürücülü bir Mısır kocanı alır mıydınız?" ya da "bir kap daha mısır gevreğine ne dersiniz, bayım? veya öldürücü bir Meksika pidesine (tortiya)?" Kellogg's Mısır Gevreği Şirketi’nin yaratıcısı, John D. Rockefeller ile birlikte neredeyse bir asır önce aynı zamanda Amerikan Soy Arıtım Cemaati'ni de kurmuşlardı.

Haberin tamamını okumak isterseniz: Sperm öldürücü’lü mısır!!! 

 

Bir yanda artan kısırlık, tüp bebek merkezleri ve sperm bankaları, diğer yanda üremenin önüne geçen “doğum kontrol” yöntemleri… Hem yediğimiz gıdaların kısırlığa sebep olması hem de doğum kontrol hapları ve prezervatif gibi ürünlerle, üremenin ileri yaşlara ertelenmesi veya önlenmesi aslındaki kimin fikri?  Sağlık Bakanlığı’nın yıllardır “aile planlaması” adı altında yaptığı, nüfus artışını yani üremeyi önleme çalışmalarının emri nereden geldi? 

Prof. Dr. Kenan Demirkol, ‘GDO: Çağdaş Esaret’ kitabı ile akademik kapitalizmin kirli yüzünü teşhir ediyor… GDO’ların ve patentlenmiş tohumların tarımsal üretime taşınmasının, gizlenemeyecek sonuçlarını ortaya koyuyor. GDO’ların yaygınlaşmasından ve o nedenler artan tarımsal ilaçlamadan sonra alerjide, kısırlıkta, kanser risklerinde, antibiyotiklere direnç geni gibi sağlık sorunlarında gözlenen değişmeler, artışlar kitapta açıkça ortaya konuyor.

Gıdanın özellikle 1950’lerden itibaren Amerika’da silah olarak keşfedildiğini belirten Prof. Demirkol, gıdayı nasıl silah olarak kullandıklarını şöyle anlattı: "Bugüne kadar kademe kademe bunu daha da etkin kılmaya çalıştılar. Bunun çok tipik bir örneği 1970’te ortaya çıkan petrol krizi sonrası Roma’da yapılan dünya gıda konferansında açlık çekilen 30 ülkeye tarımsal yardım yapılması kararı alınmak üzereyken Amerikan tarım bakanının toplantıya girmeyip, dışişleri bakanı Kissenger’in toplantıya gidip tarım yardımını gıda yardımına dönüştürmesidir. Ancak bu yardım için bir koşul şart konulmuştur.  'Doğum kontrolü yaparsanız biz de size gıda yardımı yaparız' Diye şart koştukları koşulla gıda, ülkelere istediğini yaptırabilmek için bir baskı unsuru yani bir 'silah' olmuş oldu."

Haberin tamamını okumak isterseniz: GDO: Çağdaş Esaret

Torun sahibi olmak istiyor musunuz? Peki, torununuzu kısırlıktan koruyabilmek için soya ve soyalı ürünlerden neden uzak durmanız gerektiğini öğrenmek istermisiniz?

Son olarak yapılan çalışmalar genetiği değiştirilmiş gıdalar ve kısırlık arasında bir bağlantı olabileceğini ortaya çıkardı. Araştırmayı Rusya'daki Ulusal Gen Güvenliği Birliği yaptı.

Araştırmalar sırasında hamster cinsi faraler kullandılar. Çalışmalar iki yıl sürdü ve hamsterlar üç jenerasyon boyunca takip altına alındılar.

Bir grup hamster içinde soya ürünü olmayan normal bir dietle beslendi. İkinci grup ise genetiği değiştirilmemiş olan soya ürünlerini içeren bir dieti takip etti. Üçüncü grubun dietinin içinde ise genetiği değiştirilmiş soya ürünleri vardı. Dördüncü bir grup ise üçüncü gruptan daha fazla genetiği değiştirilmiş gıdalarla beslendi...

Çalışma sonuçlarında şunlar ortaya çıktı:
- Araştırmacılar her bir gruptan beş çift hamster aldı. Her gruptan alınan bu çiftler ortalama 7-8 tane yavruya kavuştu.
- Yani ilk jenerasyonun yedikleri doğum oranlarını etkilemedi. Ancak sorunlar araştırmacıların doğan yavruların büyüyüp yavrulama dönemi geldiğinde ortaya çıktı...
- İkinci jenerasyon hamsterların üreme hızları düştü ve cinsel olgunluğa normalden daha geç ulaştılar. Sonuçlar şöyleydi... Soya ürünü yemeyen grubun 78 yavrusu oldu. Genetiği değiştirilmiş soya yiyenlerin ise 40... Ancak bu 40 yavrunun yüzde yirmibeşi öldü. Daha da kötüsü ise genetiği değiştirilmiş soya ile beslenen hamsterların torunları kısır doğdu.

Haberin tamamını okumak isterseniz: GDO'lu soyalar soyu kurutuyor!

 

Siz de "çocuk da yaparım kariyer de" deyip, anneliği erteleyenlerden misiniz? Yoksa diyet, aşırı spor, sigara, alkol ve kariyer modası hayatınızın vazgeçilmezlerinden mi? Bu modayı gündeme getirenlerle dünya nüfusunu kontrol almaya çalışanlar arasında bir bağ olabilir mi?

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Bülent Tıraş, "hem çocuk yaparım hem kariyer çok gerçekçi bir söylem değil, bebek sahibi olmak isteyen kadınların 20’li yaşların sonlarında veya 30’lu yaşların başlarında gebe kalmaları gerekiyor, evli kadınların kariyer sebebiyle doğumu ileri yaşlara ertelemeleri hele bugünkü teknoloji ortamında 35’li yaşlardan sonraya bırakmaları büyük risk" dedi.  

Prof. Tıraş, yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, şok diyet, aşırı spor, sigara, alkol ve kariyerin  kadınlarda kısırlığı tetiklediğini ifade etti.

Haberin tamamını okumak ve Prof. Dr. Bülent Tıraş'ın açıklmalarını izlemek isterseniz: Her yüz kişiden 25'i neden kısır?


 

Dev kozmetik üreticileri ve büyük ilaç firmalarının, kısırlık tedavi merkezleri ile bir bağı olabilir mi?

İki yıl önce Hacettepe Üniversitesi Kimya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Adil Denizli ile yaptığım söyleşi hala aklımdan çıkmıyor! 13 Haziran 2008 tarihinde iyilikguzellik sitesinde yayınlanan “Spermlerimizin peşindeki mikro yaratıklar”  başlıklı söyleşimizde Prof. Denizli, insanların kullandığı ilaç ve kozmetik atıklarının kanalizasyona oradan da denizlere karışmasıyla son yıllarda erkek ve kadınlarda artan kısırlık ilişkisini şöyle açıklamıştı:

“Su”daki mikro kirletici hormonlar, cinsel hayatı makro düzeyde bozuyor!
"Kullanılan ilaç ve kozmetik atıkları kanalizasyona, kanalizasyonlarda arıtılan sular da, denizlerimize bırakılıyor. İlaç ve kozmetik atıklarındaki hormonlar suları kirleten en önemli unsur. Arıtma sisteminden kolaylıkla geçen mikro boyutlardaki kirleticiler ölümcül hastalıklara sebep oluyor! Mikro kirleticiler diyoruz ama etkileri makro! Bol bol bulunmalarına gerek yok, çok küçük olmaları bile büyük tehlike.

ABD, Avrupa ve Asya’da inceleme yapılan sularda psikiyatrik, analjezik ve antibiyotik türünde ilaçlar tespit edildi. İlaçlardan kalan atıklar idrar veya dışkı yoluyla suya karışıyor. Son yıllarda denizlerde ve tatlı sularda “cinsiyetsiz balık” bulundu. Araştırmalar su veya su ürünlerinde, ağrı kesicilerden “asetaminofen”, antimikrobiyal sabunlardan “triklosan” gibi kimyasallar ortaya çıktı.
Sularımıza karışan mikro kirleticilerden hormonların, sudaki canlıları kıskacına alıp, besin yoluyla insanlara ulaşması gelecekte çok ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir. Aynı zamanda yıkanma ve temizlik esnasında da, deri yolu ile vücuda girebiliyor.

Hormonlarla gelen sudaki mikro kirleticiler öncelikle böbrek üstü bezlerini etkiliyor, böbrek üstü bezleri hormonları, hormonlar da cinsiyet sistemini etkiliyor.

Vücuda giren ağır metaller küçük küçük birikirler ve zararları zaman içinde ortaya çıkar. Eski yıllarda insanlarda 50 yılda ortaya çıkan şikâyetler, günümüzde 10 yılda kendini göstermektedir. Son dönemde kadın ve erkeklerde hızla artan kısırlık şikâyetleri de, bunun kanıtı. Toprak, hava ve su kirli ise insanların temiz ve sağlıklı yaşam şansı azalıyor. Son olarak tekrar ediyoruz, su ile ilgilenen yetkililerin bilinmeyen kirlilik unsurlarının, belirlenmesi yolunda acilen çalışma başlatması gerekiyor."

 

Artık ahşap pencere nostalji oldu! Türkiye’de halen ahşap pencere yapan bir iki firma var ancak on yıl içindeı bir anda her yanımızı PVC pencereler  sardı… Ama neden?  Peki ya ahşap pencerelerimizin katili PVC, üreme sistemlerimizin de katili olabilir mi? 

Perihan Mağden, Radikal gazetesinde yazdığı “PVC’ye buyurun” başlıklı yazısı ile 2 Nisan 2005 tarihinde bu konuya dikkat çekmişti:
"Artık ben siyasi oluşumlara inanmıyorum. Böylesine küresel köyleşmiş bu dünyada, sınır tanımayan, hiçbir milliyetçi unsuru varlığında barındırmayan, topyekûn kapitalizmin sonsuz iştahına gem vurmaya: evet bu naçar, bu dibine dayanmış yaşlı gezegende çocuklarımızın geleceğini tehdit eden 'bırakınız yesinler' post-kapitalizmine karşı, çevreci direnişçiler! Diyelim: Greenpeace: benim umudum onlarda! .

Geçenlerde gazetelerde Dünya'nın doğal kaynaklarının üçte ikisini tükettiğimize dair haberler çıktı. Kalan üçte bir'de işte ozon deliğini onaracak önlemleri almadan, tıkış tıkış, yavru fokları döve döve öldüren dünyalılar olarak (kimiz ulan biz?) Enayiliğimizin Marduğunun bizi (pek yakında) yerle bir edebilirliğini görmek yerine: gelsin kehanetler, gitsin Marduk gezegeni, elimiz böğrümüzde Masonlar bizlerle kıyamet gününe dair gizlerini paylaşacaklar mı diye bekleyerek (onlar HER nevi çıkarlarını yalnızca biraderleriyle paylaşmak için kurulmuşlar) basiretsizliğimiz ve PVC pencerelerimizle, gezegenimizin sonunu bekleyelim.

İleri aşamada PVC kullanımını tamamen terk ederek, insan ve çevre sağlığını koruyabiliriz.
PVC çevreye en çok zarar veren plastik çeşididir. PVC'nin üretim, kullanım ve atıklarının imha edilmesi süreçleri zehirli ve klor bazlı kimyasalların çevreye yayılmasına yol açar. Bu zehirli maddeler suda, havada ve besin zincirinde birikirler. Sonuç: Kanser dahil, ciddi sağlık sorunları, bağışıklık sisteminde hasar ve hormonal dengenin bozulmasıdır. Hiç kimse PVC'nin sonuçlarından kaçamaz. Hemen herkes, her yerde vücutlarında ölçülebilir düzeyde klorlu zehirler taşımaktadır.
PVC tek başına neredeyse işe yaramaz olduğundan sonunda üretilmek istenen ürüne gerekli şekli verebilmek için bazı ek maddelerle birleştirilmek zorundadır. Bu ek maddeler son derece toksik bazlı maddeler içermektedirler. En fazla klor kullanımı PVC üretimi sırasında olmaktadır.

Plastiklerin, PVC'den üretilmiş ve yiyecek maddelerini paketlemek için kullanılan şeffaf materyalden yiyeceklere karıştığı görülmüştür. Çocuklar toksik ek maddeler içeren vinil oyuncaklarını ısırmaktadır. Gün geçtikçe artan bilimsel kanıtlar, bu kimyasallardan birçoğunun gelişme çağındaki çocuklarda problemlere yol açtığını, doğadaki hormonal sistemleri bozduğunu, sakat doğumlara yol açtığını ve aynı zamanda kısırlık ve üreme zorluklarını artırdığını göstermektedir.

Yazının tamamını okumak isterseniz: PVC'ye buyurun!

 

Çocukları küçük yaşta eğitimi sırasında kısırlaştırmak veya onların cinsiyetini bozmak kimin fikri olabilir?

16 Eylül 2009 tarihinde “Okul alışverişlerindeki kokulu tehlike”  başlıklı haber okul gereçlerinin çocukların sağlığını nasıl tehdit ettiğini anlatıyordu:
Tüketiciler Birliği, plastiğin yumuşatılması için kullanılan fitalat, kırtasiye ürünlerinde yararlanılan nikel, kalay gibi ağır metallerin kanserojen etki başta olmak üzere çeşitli sağlık sorunlarına yol açtığını bildirdi.
Birliğin Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Dinç,  piyasadaki su matarası, okul çantası, kalem ve silgi gibi ürünlerin sağlıklı olup olmadığıyla ilgili Tüketiciler Birliği olarak kapsamlı bir araştırma yaptıklarını söyledi.

Dinç, araştırma sonucunda, emsal kaliteli ürünlerle kıyaslanamayacak kadar düşük fiyatlardan satılan okul gereçlerinin pek çok çoğunun, özellikle küçük yaştaki çocukların sağlığını orta ve uzun vadede ciddi şekilde etkileyebileceğini tespit ettiklerini vurguladı.
        
Çocukları bekleyen tehlikeler
Çin malları başta olmak üzere, okul malzemeleri imalatında yoğunlukla yararlanılan plastik ürünlerde, atık plastikler kullanılabildiğini ifade eden Dinç, şunları kaydetti:''Plastiklerin yumuşatılması için kullanılan fitalat; kanser, böbrek ve karaciğer bozukluğu, cinsel gelişim problemleri, hormon yapısı, büyüme ve metabolizma bozuklukları yapabilmektedir.

Kırtasiye ürünlerin kaplamasında sağlamlık ve parlaklık için kullanılan ağır metaller, deriden ya da ağız yoluyla insan vücuduna geçer. Kanserojen, zehirli ve alerjiktir. Böbrek, karaciğer ve eklemlerde birikir ve çocuklarda sinir ve bağışıklık sistemini tahrip eder.
Boya kalemlerinde kullanılan ''azo boyar'' maddeler kanserojendir. Ciltte alerjik rahatsızlık yapar. Çantalarda kullanılan buruşmazlık, su geçirmezlik özelliği sağlayan ve yine ağaç kırtasiye ürünlerinde kullanılan su itici özelliği sağlayan formaldehit, deride alerjik reaksiyon, göz ve solunum yollarında tahrişe neden olur.

Metallerin sertliğini artırmak ve paslanmayı engellemek için kalem, kalemtıraş, pergel gibi ürünlerde kullanılan nikel, yüksek derecede alerjik bir maddedir. Plastik matara, beslenme kabı, diğer plastik ürünler, ağaç kırtasiye ürünlerinde antibakteriyel özelliği sağlayan, mantar önleyici özelliği olan, spor giysilerde terleme önleme özelliği için kullanılan kalay, beyin ve sinir sistemini etkileyebilir. Bağışıklık sistemine zarar verebilir, kısırlığa yol açabilir.''

 

Açıkta satılan sütleri karalayan kampanyalar yapılıyor. Peki bizi asıl hasta eden kutu sütlerse? Kısırlık, diş çürümesi gibi dertlerin kaynağı pastörize sütse? Bu yazıyı okumadan çocuğunuza süt içirmeyin!

Cerrahpaşa Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Aydın pastörize veya UHT teknolojisi ile üretilmiş sütlerden uzak durulmasını tavsiye ediyor.

Hakan Arabacıoğlu’nun çevirdiği “Pastörize süt mü, çiğ süt mü?” başlıklı yazı ise "teknolojinin elini değdirdiği sütün" zararlarını ortaya koyuyor. Yazıda UHT ve pastörize sütlerle ilgili çarpıcı bölümler şöyle:
"Pastörize süt mü, çiğ süt mü?
Bugün süt, içindeki doğal enzimleri yok eden ve nâzik proteinleri değiştiren pastörizasyonun her yerde uygulanması yüzünden, sindirilemez hâle gelmiştir.

Çiğ süt, sütün sindirimini sağlayan laktaz ve lipaz aktif enzimlerine sahiptir. Canlılığını yitirmiş laktazı ve diğer aktif enzimleri içeren pastörize süt, yetişkin mideler tarafından gerektiği gibi sindirilemez.
Biberonla beslenen bebeklerin yaşadığı karın ağrısı, pişik, solunum rahatsızlıkları, gaz ve diğer rahatsızlıkların da gösterdiği gibi çocuklar bile bu konuda sıkıntı çeker. Enzimlerin eksikliğinin ve hayâtî proteinlerin değişmesinin, sütteki kalsiyumu ve mineral elementleri erittiği de kuşku götürmez.

1930'larda Dr. Francis M. Pottenger, pastörize ve çiğ sütle beslenmenin 900 kedi üzerindeki etkilerine ilişkin 10 yıllık bir çalışma yürüttü. Bir grup yalnızca çiğ süt alırken, diğer grup aynı kaynaktan alınan pastörize sütle beslendi.
Çiğ süt içen grup kuvvet bularak büyüdü, hayatı boyunca sağlıklı, aktif ve canlı kaldı ama pastörize sütle beslenen grup kısa süre sonra durgun, sersem ve normalde insanlarla ilişkilendirilen kalp krizi, böbrek yetmezliği, tiroit bozukluğu, solunum rahatsızlıkları, diş kaybı, kemik zayıflığı, karaciğer iltihabı gibi kronik yozlaştırıcı rahatsızlıklara karşı savunmasız hâle geldi.

Ama Dr. Pottenger'in en çok dikkatini çeken ikinci ve üçüncü nesillere olanlardı. Pastörize sütle beslenen grubun yavrularının hepsi pastörize sütten kalsiyum emiliminin olmadığını gösteren zayıf ve küçük dişler, kalsiyum eksikliğinin açık ifadesi olan güçsüz kemiklerle doğdular.
Çiğ sütle beslenen grubun yavruları ebeveynleri gibi sağlıklı kaldı. Pastörize sütle beslenen grubun üçüncü kuşak yavrularının birçoğu ölü doğarken, kurtulanlar ise kısırdılar ve üreyemiyorlardı.
Çiğ sütle beslenen grup soyunu sürdürürken, pastörize sütle beslenen grupta dördüncü nesil olmadığı için deney bitmek durumunda kaldı.
Eğer bunlar pastörize sütün zararlı etkilerinin yeterli kanıtı değilse, ticârî süt endüstrisinin kabul etmekten kaçındığı, kendi annelerinden alınan pastörize sütle beslenen buzağıların genellikle 6 hafta içinde öldüğü gerçeğini dikkate alın.

Haberin tamamını okumak isteseniz: “Hijyen” kutu sütler zararlı mı?  

www.iyillikguzellik.com özel Nihal Doğan



Bu haber 6,438 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,186 µs