hakkıyla kul ve halife olmak! | " /> hakkıyla kul ve halife olmak! | "/>

En Sıcak Konular

Allah’a hakkıyla kul ve halife olmak!

16 Haziran 2009 13:29 tsi
Allah’a hakkıyla kul ve halife olmak! ABD’li bir akademisyen Prof. William Chittick tüm dünyanın refahı ve çevre sorunlarının bitmesi için Kur'an-ı Kerim'in ışığında çözümü anlatıyor.

"Şu halde, Kur'ân’ın mesajı açıktır: Yalnızca kendi iradesini Allah’ın iradesine teslim etme şartıyla, insan Allah’ın mahlukatı üzerinde O’nun adına hüküm süren halifesi olabilir. Şâyet insan Allah’ın peygamberler aracılığı ile bildirdiği hüdâya teslim olmaktan geri kalırsa hakiki bir halife olarak işlev göremez. Huzur (barış, selam) ve ahengi tesis etmek yerine fesad çıkarır."

Prof. William Chittick, ABD’li bir akademisyen. New York State University’de Dinî Tetkikler Bölümünde öğretim üyesi. Özellikle tasavvufa dair çalışmalarıyla biliniyor. Nitekim, İbn Arabî ve Mevlânâ’ya dair yetkin çalışmaları var. Vaktiyle Seyyid Hüseyin Nasr’ın rahle-i tedrisinden geçen Chittick, şimdilerde hocası tarafından ‘İbn Arabî üzerine en yetkili otorite’ olarak tanımlanıyor. The World & I’ın Haziran 86 sayısında yayınlanan aşağıdaki yazıda ise, Prof. Chittick nefis bir çevre tahlili sunuyor.

İSLÂM’IN ÇEVRE GÖRÜŞÜNÜ ANLAMAK

İslam’ın çevre görüşünü anlamaya girişirken işe, ele aldığımız kavramı İslâm'ın geleneksel olarak nasıl bahis konusu yaptığını sormakla başlamalıyız. Kur'ân'ın dilinde bir kimse nasıl ‘environment’ der? Şayet bu ondördüncü asır Kahire veya İsfahan’ı olsaydı hangi terminoloji kullanılacaktı? Şüphesiz ‘environment’ kelimesini anlamlı bir şekilde İslâm dünyasının Arapça, Türkçe, Farsça ve Urduca gibi çağdaş dillerine çevirmek mümkündür, fakat halihazırda anlaşıldığı şekliyle bu kavram o dillerde her zaman varolageldiği için değil.

Bunun sebebi bellidir: Bizim özgün çevre görüşümüz modern bilimle birlikte gelişti; İngilizce’de bile, kelimenin bugünkü anlamıyla kullanılışına ondokuzuncu asır öncesinde rastlamak zordur.1

Batının ziyadesiyle meşgul olduğu ‘çevre problemi’nin ancak bilimin gelişmesi sebebiyle zuhur ettiğini söylemek yerinde olur. İslâm dünyasının belli yörelerinde de ciddî çevresel sorunlar varsa, bu, İslâm toplumu kendi ideal ve ilkelerine uygun yaşadığı için değildir—hiç de öyle değil. Vuku bulmuş olan şu ki, İslâm toplumuna, geçmiş ikiyüz yılın şartları ile, gayriislâmî eylem biçimleri dayatıldı; başka bir deyişle batının çevre problemleri de batılı teknoloji ve know-how ile birlikte ithal edildi. Geleneksel İslâm geçmişte asla insan-yapısı ciddi ekolojik felaketlerle hatta böyle bir ihtimalle bile yüzyüze gelmedi. Bu sebeple, İslâm, hiçbir zaman çevre ile ilgili olarak batının âşina olduğu türden kavramlar tasarlamak zorunda kalmadı.

Önsöz kabilinden bu mütalaalardan sonra, şimdi bütün İslâmî perspektifler için nihaî otorite olan Kur'ân’a dönelim ve orada bulunan herhangi bir kavramın geleneksel bir Müslümanın İngilizce ‘environment’ kelimesini nasıl anlayacağına işaret edip etmediğini soruşturalım. Bu terimin lafzî mânâsına tekabül eden önemli bir Kur'ânî deyim ‘çevrelemek/çepeçevre kuşatmak’ anlamına gelen ihata'dır. Kur’ân, dört âyetinde, kafirleri ‘kuşattığı’ söylenen cehenneme gönderme yapar. Bizim amacımız açısından en önemli olanı ise, bu kelimenin geçtiği âyetlerin çoğunda Kur’ân’ın ‘kafirleri çepeçevre kuşatan’ Allah'a atıfta bulunmasıdır: “Şüphesiz Allah kâfirleri kuşatmıştır” (2:19)*. Yine: “Rabbim yaptıklarınızı ihata eder” (11:92). Veya, “Allah herşeyi ihata edendir” (4:126; karş. 41:54).

Herhangi bir müzakereye Allah ile başlamak, İslâm düşüncesinin ayırıcı niteliğidir—tıpkı geleneksel bir Müslüman tarafından yazılan her kitabın ‘Bismillah’la, yani ‘Rahman ve Rahîm olan Allah adıyla’ ibaresi ile başlaması gibi. Eşyaya bakmanın bütün İslâmî biçimlerinin temeli, kısaca, ilk şehadettir: “Allah'tan başka ilâh yoktur.” Başka herşey bu ifadeye bağlıdır; Kur'ânî vahyin kalbinde yer aldığından ve gerçekliğin asıl doğasını tarif ettiğinden hakkında hiçbir şüphe söz konusu olamayacak tek olgudur bu. Bu itibarla, “Allah herşeyi çepeçevre kuşatır” Kur'ânî ifadesi çevre üzerindeki İslâmî bakış açısını anlamaya matuf herhangi bir girişim için uygun bir başlangıç noktasını oluşturur; bu, nihaî olarak, Allah bizim çevremizdir demektir.

Gerçekten de, Kur'ân’da yer alan ve bahse konu ettiğimiz kelimeden (ihata) türetilmiş olan ilâhî isim, el-Muhît, tam bir kesinlik ve açıklıkla, Allah'ın ‘ihata edici’ ve ‘çepeçevre kuşatıcı’ olduğuna işaret eder. (Bu, yine Kur’ân’da geçen ve herşeyi kuşatan anlamındaki bir başka ilâhî isim olan el-Vâsi‘ ile pratikte eşanlamlıdır. Vâsi‘ ismi ise, sıklıkla ‘herşeyi bilen’ anlamındaki el-´Alîm ile birlikte kullanılır. Çünkü, Kur'ân’a göre, Allah’ın ‘rahmeti ve ilmi herşeyi kuşatmıştır’ [40:7; karş. 6:80, 7:89, 20:9]).

Şâyet Allah nihaî çevremiz ise, bizim yakın çevremiz nedir?

Kur’ânî bir cevap: Allah'tır, çünkü “Doğu da Allah’ındır, Batı da; nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır; şüphe yok ki Allah herşeyi kuşatan (vâsi‘), herşeyi bilendir (‘alîm)” (2:115). Veya yine “O Evvel ve Âhir, Zâhir ve Bâtın’dır” (57:3). Aynı sorunun başka Kur’ânî cevapları da vardır. Meselâ Kur'ân bizim yakın çevremizi ‘bu dünya’ (ed-dünya, lafzî olarak ‘yakın olan’) diye adlandırır; bu terim ‘öte dünya’ anlamındaki el-âhire’ye mukabil gelir; bunlardan birini ifade etmek diğerini ima eder. Pek çok pasajda Kur’ân gelecek dünyanın bu dünyadan çok daha iyi bir yer olduğuna ve orada Allah'a vâsıl olacağımıza işaret eder. Allah ile olan beraberlikten sonra bu dünyaya girdik, bu dünyada Allah tarafından çepeçevre kuşatılmış olarak yaşarız ve öteki dünyada yine Allah'a vâsıl olacağız. Kur’ân “İlkin yaratıp sonra [diriltecek ve] onu iade edecek olan Allah’tır” der (10:34).2

Yakın çevremiz için kullanılan bir başka Kur’ânî terim el-arz'dır (arz, yeryüzü). ‘Bu dünya’ deyimi gibi, bu terim de bağlaşıktır, çünkü normal olarak ‘gökler’ (semâvât) ile birlikte anılır ve her hâlükârda ‘gökler’i imâ eder. Çoğu tefsircinin ‘gökler ve yer’ deyiminden anladığı, bunun ruhânî ve cismânî veya görünen ve görünmeyen iki esas mahluk türüne gönderme yaptığıdır. ‘Göklerin sakinleri’ nurdan yaratılmış olup kurbiyet-i ilâhiyede mukim olan meleklerdir.

Bu bağlaşık terimler çiftinin her ikisi de—‘bu dünya ve öte dünya’ ile ‘gökler ve yer’—dünya (world) veya evren (universe) şeklinde de çevrilen ve ‘Allah'tan gayrı herşey’ olarak tarif edilen kosmos’a (el-’alem) atıfta bulunur.3

İlk terimler öbeği (bu dünya ve öte dünya) kosmosu oluşu veya ‘zamansal’ yapısı, yani şimdiki ve nihaî durumu itibarıyla tasvir eder. İkinci öbek ise kosmosu statik veya ‘uzamsal’ durumu itibarıyla tasvir eder.

İslâm’ın Allah'ın gerçekliğinin birincillik ve nihâîliğine ve O’nun tüm yarattıkları üzerindeki mutlak kudretine İslâm’ın yaptığı vurgu şu anlama gelir: Âlemin, her nasıl tasavvur edilirse edilsin, doğru anlaşılabilmesi için Yaratıcısına nisbet edilmesi gereklidir. Bizim yegâne endişemiz 1984'teki arzımızın çevresi de olsa, onun halini ancak muhakkak surette ‘Allah’ın çepeçevre kuşattığı’ ‘tüm şeyler’ bağlamında anlayabiliriz. Dahası, şimdiye kadar şu da açığa çıkmış olmalı: Manevî âlem maddî âlemi kapsar ve kuşatır. Manevî âlem bizim üstümüzde, bizimle Allah arasında ve hem önümüzde hem arkamızda, yani yine bizimle—Evvel olduğu gibi Âhir de olan—Allah arasında yer alır. Yakın çevremizi ya manevî âleme yükselmek suretiyle burada ve şimdi veya cismânî ölüm yoluyla terk ettiğimizde, manevî bir çevreye gireriz. Cismânî dünyayı kuşatan bu mânevî âlemi de yine Allah kuşatır.

Kısacası, çevreye dair İslâmî bir perspektif tamamen İslâm’ın Allah ve evren perspektifinden türetilecektir. Dahası, herkesin bildiği gibi bizim çevre ile olan ilişkimiz aslî önem taşır. Bir kere çevrenin dengesini bozanlar biz insanlarız. Bu demektir ki, İslâmî terminoloji ile, biz, bizi kuşatıp çevreleyenle âhenk içinde yaşamıyoruz artık; biz insanla evren, ve aynı nedenle, insanla Allah veya ‘çepeçevre kuşatan’ (el-Muhît) ile ‘çepeçevre kuşatılan’ (el-muhat) arasındaki muvafık ilişkiyi ortadan kaldırdık.

İnsan nedir o halde?

Tüm mahlukat arasında insanın âlemle onun Sânii arasındaki ilişkiyi altüst etmesi nasıl mümkün olabiliyor? İçinde yaşadığımız çevrenin halini anlayabilmek için önce kendimizi anlamak zorundayız. Bu itibarla, çevre probleminin gündeme getirdiği sorunlar İslâm’ın ve diğer çoğu dinlerin bahse konu ettiği merkezî meselelerdir: Gerçekliğin mahiyeti nedir? İnsanın gerçeklikle ilişkisi nedir? Hayatın gayesi nedir? Bu görüş açısından, çevre üzerindeki İslâmî perspektifi resmetme işi, İslâm’ın Allah, insan ve evrenle ilgili tüm öğretilerinin izahına indirgenir. Burada ben sadece Kur’ânî dünya görüşünün bazı temel terim ve kavramlarına işaret etmek suretiyle, bu işe yalnızca bir giriş yapabilirim.

ALLAH'IN ÂYETLERİ

‘İşaret’ ve ‘alâmet’ anlamlarındaki Kuranî âyet terimi Allah hakkında bilgi veren herhangi bir şeyi imâ eder. Günümüzde bu terim ‘Âyetullah’ deyimi ile batıda iyi bilinmektedir. Âyetullah, Allah'ın âyeti demek olup, bu asırda İran’daki bazı dinî liderler için kullanılmaya başlandı (doğru veya yanlış olarak, meselemiz bu değil; burada şu ifade edilmelidir ki, açık ve kesin olarak söylersek, evrendeki her bir şey Allah’ın bir âyetidir—şeytanın kendisi de dahil).

Ayet terimi tekil ve çoğul halleriyle Kur'ân’da nerede ise dörtyüz kez kullanılır. Genelde iki tür âyet tefrik edilebilir: tabiatüstü (veya vahyî) ve tabiî. Mu'cizeler ve ilâhî müdahaleler, peygamberler vasıtasıyla nazil olan kitap ve suhuflar, Kur'ân’ın kendisi ve daha özgül olarak onun âyetlerinin herbirisi birinci kategoriye dahil edilebilir. Tabiî âyetler kategorisinde ise tabiî dünyadaki tüm nesneler, meselâ güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar ve hayvanlar ve vuku bulan her hadise yer aldığı gibi, bu dünyada ayrımsanabilecek her örüntü ve kanun, meselâ güneşin her sabah doğması olgusu da buna dahil edilebilir.

İslâmî evren görüşünde âyetler iki veya daha farklı türde şeyi temsil etmez; tabiî ve tabiatüstü olan birbirine karışıp ayrılmaz olur. İlâhî tecelli gerçekliğin aslî bir boyutudur; o dinî ve tabiatüstü bir bağlamda veya lâdinî ve tabiî bir bağlamda algılanabilir, fakat bu her iki bağlam da daha büyük çerçevelere uyar; bu çerçevelerden birincisi kosmos, ikincisi de Allah'tır: daha önce bahsettiğimiz iki birincil çerçeve. Başka bir deyişle, tabiî âlem tabiatüstü âlemden temelde farklı değildir; tabiî şeylere asla salt nesneler olarak bakılmayacağı gibi, tabiatüstü âyet ve mucizelerin de tamamen tabiî kanunların haricinde zuhur ettiği düşünülemez. Her bir şey ve her bir olay, tabiî veya tabiatüstü kökenli olsun, Allah’ın mahluku ve O’nun âyetidir, her birine uygun ihtiramla muamele edilmeli ve her biri uygun biçimde anılmalıdır (zikr).

Burada İslâm’ın kosmosa sadece görebildiğimiz—veya doğru yerde, doğru zamanda ve doğru aletlere sahip isek ilke olarak görebileceğimiz—âlemi (eş-şehâde) değil, melekler gibi tabiatüstü varlıkları içine alan ve görünen âleme nisbetle Allah'a daha yakın bir ontolojik düzeyde yer alan görünmeyen âlemi (el-gayb) dahil ettiğini yinelemek zait olmaz. Yine ifade etmelidir ki, melekler ve diğer görünmeyen varlıklar İslâmî dünya görüşünün o kadar parçasıdırlar ki, yakın çevremiz melekî veya ilâhî bütün görünmeyen etkilere kapatılmış kapalı bir sistem değildir ve olamaz. Görünen âlem daha üst gerçekliklerin kendilerini sergilediği bir alandır ve bu üst gerçekliklerin bize yönelik taleplerinden ayrı olarak nazara alınamaz:

“Rabbin, balarısına ‘Dağlardan, ağaçlardan ve [insanların senin için yapacağı] çardaklardan evler [kovanlar] edin, sonra meyve[ve çiçek]lerin her birinden ye de Rabbinin [bal imalinde öğrettiği ve] kolaylıklar göstediği yaylım yollarına git’ diye ilham etti. Onların karınlarından [ağızlarından] renkleri çeşitli şerbet [bal] çıkar ki onda insanlar için şifa vardır. İşte bunda da tefekkür edecek bir zümre için elbette bir âyet var.” (16:68-69)

“Yer[yüzün]e bir bakmadılar mı ki Biz orada her güzel çiftten nice nebatlar bitirdik. Şüphesiz ki bunlardan [Hakk’ın kemal-i kudretine] birer nişane vardır. [Fakat] onların çoğu iman edici değillerdir.” (26:7-8)4

İNSANIN HİLAFETİ

Allah'ın âyetleri, gerek vahyî olanlar, gerekse de tabiî olanlar, insana yöneltilmiştir. Yukarıda alıntılanan âyetlerde ve başka pek çok pasajda Kur’ân âyetlere gönderme yapar ve sonra insanlardan bunlar üzerine teemmül ve tefekkür etmelerini ister. Onları ihmal ve inkar edenleri ise cehennemin elim azabı ile uyarır. Allah'ın resulleri insana Allah’ı hatırlatmak (tezkir) için geldiler ve Onu hatırlamak (zikr) insanın görevidir. Kısacası mahlukat arasında yalnızca insanlar (cinler tek istisna olarak) Allah'ın âyetlerini düşünmeye çağrılırlar.

Şu halde, insan bu çağrıya kulak verir veya vermez. Yalnızca o, Allah'ı zikretmek veya etmemek tercihine sahiptir. “Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih [ve tenzih] eder” der Kur’ân (57:1, 59:1, vs.). Çünkü, kesinlikle herşey O’nun âyetidir.

Yine: “Görmedin mi göklerde olan herkes [herşey] ve yerde bulunan herkes [herşey], güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu hakikaten Allah’a secde ediyor?” (22:18) Demek ki, sadece insanlık Allah'a baş eğmemeyi seçebilir ve bu olgu, belki paradoksal olarak, O’nun en büyük âyetlerinden biridir. Çünkü yalnızca Allah'ın imajında (‘O’nun suretinde’ veya Peygamberin söylediği gibi ‘Rahman’ın suretinde’) yaratılmış bir varlık onu inkar etme yetisinde olabilir. Allah’ın ilim ve iradesinden bir hissesi olmakla, insan kendisini bir küçük ilâh yerine koyabilir. Kur’ân “Göklerde ve yerde kim varsa onlar da, gölgeleri de sabah akşam ister istemez Allah’a secde eder” (13:15, karş. 3:83) derken bu noktayı imâ eder gibidir. Bir insan isteyerek Allah'a secde etse de veya etmese de, o hâlâ Allah’ın bir âyetidir ve o suretle de O’nu tesbih etmektedir.

Cüz'î irade yetisi Allah’ın insanlara bahşettiği ‘emanet’ten bahsederken Kur’ân’ın atıfta bulunduğu şeyin en azından bir kısmını oluşturur: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz [ve teklif] ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler; insana gelince o [tuttu] bunu sırtına yükledi, çünki o çok zalim, çok cahildir.” (33:72) İnsanın ‘çok zalim, çok cahil’ olması gerçeği, muhakkak ki, onun Allah'ın emanetine doğru muamele etmeyişine işaret etmektedir.

Çoğu otoriteler insana sunulan emaneti Âdemoğullarının, fiziksel yaratılışlarından önce, Allah’ın üzerlerindeki rububiyetine şehadet ettikleri ‘Elest’teki Anlaşma’ olarak belirlerler—“Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ dememeniz için” (7:172). Bu anlaşma da, sırasıyla, Âdem’in ve onun müttaki zürriyetinin yeryüzünde Allah’ın halifeleri veya temsilcileri kılınmaları olgusuyla ilgilidir. Kur’ân’ın bahsine göre (2:30 ve devamı) Allah meleklere yeryüzüne bir halife koyacağını söyledi, fakat melekler bu halifenin ‘fesad çıkarıp kan dökeceğini’ söyleyerek itiraz ettiler. Yalnızca kendilerinin sınırlı bir bilgiye sahip olmalarına karşılık Âdem’e tüm eşyanın isimlerinin öğretildiğini keşfettiklerinde Allah’ın halife yaratmadaki hikmetini anladılar.

Âdem’e tüm şeylerin isimlerinin öğretilmiş olması, onun aklının özel mahiyetine ve Allah’ın âyetlerini tanıma kabiliyetine işaret eder. Âdem’e isimleri bizzat Allah öğretti (2:31); başka bir deyişle Âdem eşyanın isimlerini onların Allah’a olan nisbeti vechiyle öğrendi, O’ndan ayrılıkları ile değil. Bu isimlerin Âdem’e—ve ‘Âdem’ ile, âşikar ki, Kur’an ‘insanlığı’ kasdetmektedir (karş. 7:10-11)—Âdem ilk yaratıldığında, Allah'ın kurbiyetinde iken öğretildiğine dikkat edilmelidir. Çoğu müfessir, isimlerin tüm eşyanın hakikatı veya Allah’ın kendisine bilindiği haliyle eşya olduğuna işaret ederler. Mikrokozm—tüm eşyanın toplamı olan makrokozmun aynadaki sureti—olarak insan kavramının İslâmî formülasyonu, kısmen, insan tabiatının kendi içinde tüm eşyanın isimlerini ihtiva ettiği şeklindeki bu görüşten türetilmiştir. Nihâyette, Allah’ın isimlerini tanıyıp tasdik ettiği zaman insanın ‘hatırladığı,’ bu isimlerin kendileridir; esasında o her bir şeyle onun Yaratıcısı veya sûfilerin diliyle sûretle mânâ, zâhirle bâtın, tecelli ile tecellisiz gerçeklik arasında varolan yakın ilişkiyi tasdik etmektedir. Aynı zamanda o, kendi dışındakine dair bilgisi kendi içinde olandan kaynaklandığı için, tüm şeyler ile bir şekilde ayniyetini de olumlamaktadır. Bir başka deyişle, Âdem’e tüm isimlerin öğretilmiş olması gösterir ki, ilâhî surette yaratılmış olmak vasfı dolayısıyla insan bir şekilde Allahın ilm-i mutlakına katılmaktadır.

İnsanın tüm eşyaya dair bilkuvve bilgisinin sonuçlarından biri, ona Allah'ın mahlukatı üzerinde iktidar verilmesidir. Kur’ân insana Allah’ın kosmostaki yaratılmışları onun emrine verdiğini, ona musahhar kıldığını (teshir) hatırlatır; bizzat bu teshir Allah’ın âşikar âyetlerinden birisidir:

“Görmedin mi Allah yerde ne varsa onları ... size teshir etmiştir.” (22:65)

“Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini Allah’ın muhakkak sizin için musahhar kıldığını, açık ve gizli birçok nimetlerini üzerinizde bol bol tamamladığını görmediniz mi?” (31:20)

Kur’ân Allah’ın nasıl meleklere Âdem’e secde etmeyi emrettiğini anlatır (2:34); bu açıkça göklerdeki ve yerdeki herşeyin, âlem-i gayb sakinlerinin bile, insana musahhar kılınması olgusuyla ilgilidir.

Mikrokozmla makrokozm Allah’ın insanı kendi suretinde bir halife olarak yarattığı zaman kurduğu ilâhî bağla birbirine bağlanır. Bu Kur’ânî antropolojinin âşikar önemi şu ki, mahlukat arasında sadece insan arzı tahrip edebilir.5

Yine de insan yakın bir birlik ile arza bağlıdır, öyle ki kosmosun zahirî hali insan bilincinin dahilî halini yansıtır. Özne ve nesne ayırdedilemez, her nekadar özne etken rolü üstlenmiş olsa da. Dolayısıyla, ilişkinin bir yönünün ‘hastalığı’ ancak diğer yöndeki rahatsızlığın işareti olabilir—‘fesad’ın sorumluluğu etken partnerde kalmakla birlikte.

Bu noktada önemli bir soruya cevap verilmesi gerekir: Pratikte insan bu emaneti nasıl taşıyabilir? İnsan nasıl yeryüzünde fesad çıkarmayan, fakat aksine orada huzur, barış ve ahengi tesis eden yetkin halife olabilir?

Bu soruya cevap vermek için Kur’ânî insan tabiatı kavramının bir başka boyutuna bakmamız gerekir.

ALLAH'IN KULU

Kur’ân’ın Âdem’i ve onun zürriyetini Allah’ın halifeleri olarak seçip ayırdığını söylemek Kur’ânî antropolojinin tam bir resmini vermez. Bir kere açık ki, Âdem’in çocuklarının hepsi gerçek halife olarak işlev görememektedirler: ‘Fesad ve kan dökme’ Kabil'le başlamıştı bile. Onun zamanından beri bu emaneti liyakatle göğüsleyemeyen ve bu sebeple yeryüzünü fesada uğratan kimseler var olageldi. Bu sebeple, Kur'ânî insan görüşünün tam bir resmini elde etmeden önce ‘hilafet’ kavramına insanın kosmostaki yeri ile ilgili ikinci bir anahtar Kur’ânî öğreti eklenmelidir. İnsanın insanlığını tam anlamıyla gerçekleştirmesini ve böylelikle Allah’ın halifesi olmasını mümkün kılan bu vasıf ‘ubudiyet’tir.

Arz üzerinde hükümran olan halife kendi heveslerine göre değil, Allah’ın emirlerine göre hükümranlığını yürütür; o sınırlı bireysel saikleri geçip kendi iradesini ilâhî iradeye teslim ettiği için Allah’ı temsil edebilmektedir. Bu nedenle ona Allah’ın kulu (‘abd) denir.

Müslümanlar için beşerî kemalin en büyük numunesi olan Hz.Peygamber namazlarda ‘abduhu ve rasuluhu’ diye, yani ‘Allah'ın kulu ve resulü’ olarak anılır. Hz.Muhammed önce Allah'ın abdidir, ancak bundan sonra O’nun peygamberi olabilme vasfını kazanır. Peygamberi takip edenler için de bu böyledir; onlar önce Allah’ın abdi olmalıdırlar, ancak o zaman O’nun halifesi olmayı ümit edebilirler. İnsan kendisini Allah’a teslim etmeden O’nun emanetini taşıyamaz.6

Bu fikrin aslî önemine ‘İslâm’ kelimesinin lafzî anlamı işaret eder. İslâm Allah’a teslimiyet demektir. Kısacası, bir açıdan insan Allah’ın halifesi olmak için yaratılmış ise, bir başka açıdan O’nun kulu olmak için yaratılmıştır: Allah, “Ben cinleri de, insanları da ancak bana kulluk (ibadet) etsinler diye yarattım” (51:56) der Kur’ân’da.7

Emaneti taşımanın ve Allah’ın halifesi olmanın ön şartı olan ‘ibadet’ nedir o halde?

Kısaca, Kur’ân’da ve Peygamberin örneğinde (sünnet veya Kur’ân’da atfolunduğu üzere [33:21] ‘iyi örnek’ içinde) açıklanan ilâhî iradeye teslim olmak. Başka bir ifadeyle, insan Allah’ın vahyettiği dine tâbi olmadan yeryüzünde O’nu temsil edemez. Vahye tâbi olmamak, Allah’ın âşikar âyetlerini önemsememek ve kafirlerden biri olmak demektir.

Kafir teriminin kendisi bir anahtar Kur'ânî kavramdır; böyle olmakla Müslümanların kosmosta ve Allah önündeki beşer sorumluluğunu nasıl algıladıklarının bir başka örneğini verir. Kur’ân’da iman kelimesinin zıddı olarak kullanılan küfr kelimesinin lafzî anlamı ‘inançsızlık’ değil, ‘bir kimsenin mazhar olduğu nimetleri örtmesi’dir, yani nankörlük (küfran). İnsanın Allah’a karşı nankörlüğü düşüncesi kul olan insanın kasden ve bilerek kendisiyle Rabbi arasındaki bağı koparması olgusuna işaret eder ki, bu da bizi tekrar Kur’ân’ın âyetler doktrinine geri getirir; inanmayanların veya kafirlerin (nankörlük edenlerin) büyük günahı evrenin Allah’ın eylem alanı ve kitapların da [onun indirdiği] rehber olduğunu kabul etmeyerek Allah’ın âyetlerini örtüp gizlemeleridir. Tabiî âleme ve Allah’ın indirdiği dinlere ihtiram ve minnettarlıktan başka bir tavır göstermek nankör kafirlerin safına dahil olmak demektir. “Ve,” der Allah Kur’ân’da, “Allah’ın âyetlerine küfredenler [yok mu] onlar için pek şedîd bir azab vardır.” (3:4, karş. 2:39, 4:56, 5:10, 5:86, 22:57, vs.)

Meşhur bir Kur’ânî formüle göre, Allah’ın kafirlere verdiği bir ceza onların ‘dünyada da, ahirette de hüsrana uğramaları’dır (22:11). Gerçekten de, Kur’ân’ın sık sık dönüp geldiği, Allah’ın apaçık âyetlerinden biri O’nun tarih boyunca kafirleri helak etmesidir. “Yeryüzünde gezin,” diye emreder Kur’ân nice pasajda, ve ‘[peygamberleri] yalan sayanların’ veya ‘günahkârların’ (27:69) ‘akıbeti nice oldu görün’ (3:137, 6:11, 16:36).

İnsanlar inançsızlık ve küfre düştüklerinde ve böylelikle de hakkı olan hizmet ve ibadeti Allah’a sunmadıklarında kendi amellerinin semeresini toplayacaklardır.

Şu halde, Kur'ân’ın mesajı açıktır: Yalnızca kendi iradesini Allah’ın iradesine teslim etme şartıyla, insan Allah’ın mahlukatı üzerinde O’nun adına hüküm süren halifesi olabilir. Şâyet insan Allah’ın peygamberler aracılığı ile bildirdiği hüdâya teslim olmaktan geri kalırsa hakiki bir halife olarak işlev göremez. Huzur (barış, selam) ve ahengi tesis etmek yerine fesad çıkarır. Daha özgül olarak, İslâm’ın rolü, insanın nihâî iyiliğini gözeterek gökle yer arasında barış (selam) ve dengeyi tesis etmektir. ‘İslâm’ kelimesinin kendisi ‘barış, huzur’ (selam) anlamına gelen bir kökten türetilmiştir ve bu itibarla Müslüman bilincinde ‘Allah'a teslimiyet,’ yani İslâm ‘O’nunla selam içre olmak’ da demektir. Gerçekliğin hiyerarşik mahiyeti gözönüne alındığında, doğaldır ki—bizim ilk ve son çevremiz olan—‘ihata edici [el-Muhit]’ ile selam içre olmamız yakın çevremiz ile ahenk içinde olmamızın ön şartıdır. Biz Allah ile ahenk içinde yaşamadıkça kosmosla ahenk içinde yaşayamayız. İnsan, Allah’ın halifesi olarak kendisine emanet edilen teb’asına ancak Allah'ın kendisi üzerindeki hükümranlığını kabul etmek şartıyla hükmedebilir. O Allah’a başkaldırdığında, mahlukat da ona başkaldıracaktır. Bu, bugün insanın niçin hükmedeceği varsayılan varlıklar tarafından imha edilmenin eşiğinde olduğunu açıklar.

DİPNOTLAR:

1. ‘Environment’ kelimesinin bugün tartıştığımız anlamda kullanımının en eski örneğine Oxford English Dictionary’ye göre 1827 yılında rastlanıyor.

* Âyet meallerinde H. B. Çantay’ın Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm’inden (İstanbul: Risale, 1993) yararlanılmıştır (Çeviren).

2. Tevhid ve nübüvvetten sonra ‘Allah’a dönüş’ (el-me’ad) İslâm’ın üç doktrin ilkesinden üçüncüsüdür. Karş. William Chittick, “Eschatology,” Islamic Spirituality: Foundations (World Spirituality serisinin 19. cildi), editör: S. H. Nasr (New York: Crossroad, 1991).

3. Bu terim Kur’ân’da yalnızca çoğul (âlemîn) haliyle geçer (73 örnekte). Müfessirler arasında kastedilen mânânın tam olarak ne olduğuna dair tartışma vardır; en yaygın olarak ‘âlemler’ ya Allah tarafından yaratılan tüm âlemler (dünyalar), ya da ‘âlem’in, yani kâinatın tüm sakinleri olarak yorumlanır. Her hâlükârda, bu terim genelde buradaki gibi tanımlanır ve bu anlamıyla ‘yaratma’ (halk) gibi başka Kur’ânî terimler onunla paraleldir. Halk terimi emr ile, ondan tefrik etme noktasında, karşılaştırılabilir; ki bu halde halk manevî âleme karşıt olarak cismanî âleme atıfta bulunur.

4. Bu âyetlerden bazıları [merhum] Fazlur Rahman'ın Major Themes of The Koran (Minneapolis and Chicago: Bibliotheca Islamica, 1980) kitabında bilhassa 4. bölümde (‘Tabiat’) ve 5. bölümde (‘Nübüvvet ve Vahiy’) sıralanmıştır. Fakat ilgilenen okuyucu bir Kur'ân çevirisine (mealine) göz gezdirmeyi daha faydalı bulabilir; Arberry'nin çevirisi Koran Interpreted (London, Oxford University Press, 1964) bilhassa tavsiye edilir, çünki bazı mütercimlerin aksine Arberry âyet kelimesinin İngilizcesi’ni bağlama uyması için değiştirmeksizin tutarlı bir şekilde hep ‘sign’ olarak vermiştir.

5. İnsan halifelik rolü itibarıyla (bu rolü yerine getirse de, getirmese de) tabiata karşı ‘etken’ olmakla beraber, Allah’ın âyetlerini izhar ettiği ve böylelikle de açımlayıcı rol oynadığı kadarıyla da ‘edilgen’dir. İnsan tabiatın nâzırı olmakla birlikte, beşerî halin tam kemaline ulaşmak için tabiatın tebliğ ettiği hikmete de muhtaçtır. İslâmî tabiat görüşü ile Kızılderililerin insanın yaşayan bütün şeylerden öğrenmesi gerektiği kavramı arasındaki yakın paralellikler bu ‘âyetler’ doktrininde bulunacaktır.

6. İslâm düşüncesine âşina olanlar argümanın hatırı için daha yaygın olan sırayı (ubudiyet-hilafet) tersine çevirdiğimi farkedeceklerdir.

7. Çoğu müfessir Fatiha’nın ilk üç âyetinin (“Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm, din gününün sahibi olan Allah’adır”) Allah'a işaret ettiğini, son üç âyetinin (“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil”) ise kullara işaret ettiğini nazara verir. Yalnızca ortadaki âyet her iki tarafa da gönderme yapar—böylece de Allah ile mahlukatı arasında doğrudan, kişisel bir bağ tesis eder.

Çeviri: Naim Öztürk

Karakalem.net



Bu haber 1,241 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    8,780 µs