Uyuşturucu, yalnızlaştırıcı | " /> Uyuşturucu, yalnızlaştırıcı | "/>

En Sıcak Konular

Televizyon: Uyuşturucu, yalnızlaştırıcı

12 Temmuz 2008 10:35 tsi
Televizyon: Uyuşturucu, yalnızlaştırıcı Uzaktan Kumandalı Çocuklar kitabının yazarı Adnan Tönel televizyon, bilgisayar ve internet gibi modern çağın “nimetlerinin” çocukları nasıl etkilediğini anlattı.

Televizyon ve kişisel, sosyal, kültürel yıkım

Televizyon birçok insanın haber, bilgi ve eğlence kaynağı haline gelmiştir. Toplumların tavır, fikir, değer ve davranış kalıplarını şekillendirmeye başlamıştır. 1990′lardan sonra gerek kanal sayısının, gerekse program çeşitlerinin artmasıyla, yaşamın temel parçalarından biri haline gelen televizyonu, girdiği tüm toplumlar gibi Türk toplumu da çok sevdi. Sadece çocuklar değil, her yaştan insan kendisine televizyonda seyredecek bir şeyler buldu. Zamanla bu seçimler vazgeçilmez bir konum kazandı. Öyle ki, anneler evlerinde kendi işleriyle meşgulken, çocukların sorun çıkarmadan oyalanmaları için, televizyonu bir araç olarak kullanıyorlar. Üstelik çoğu anne baba, televizyonun çocukları için çok zararlı olduğunu bilse bile, onları uzak tutmayı başaramayıp sadece çocuğun seyrettiği programları kısıtlamakla yetiniyor.

Ülkemizde bir kişi yaşadığı her beş saatten birini, uyku dışındaki her üç saatten birini televizyon izleyerek geçirmektedir. Bu durum düşündürücüdür. Çocukların üçte biri televizyonu ailelerinin yanında izlememekte, yarısından fazlası izleyeceği programı kendi seçmektedir. Türk toplumunda her gün saatlerce ekranlardan aile ortamına bir yığın kan, vahşet, şiddet, tecavüz, sapıklık, iğrençlik ve hayâsızlık sızmaktadır. Toplumun bütün bunlardan bıkmışlığını, bunları izlemenin hiçbir şey kazandırmadığını, aksine birçok erdem, vefa, fazilet, saygı, sevgi, şefkat ve yardımlaşma duygularını hızla erittiğini hemen her ortamda duymak, gözlemek mümkündür.  

Toplumsal yaşamı belirgin bir şekilde etkileyen televizyonlar da; her ne şekilde olursa olsun toplumun pozitif değerler üzerine gelişimine katkıda bulunmalıdır. İnsanların ıstırapları, acıları, yaşadıkları felaketler, ölüm anları ve benzeri durumlar duygu sömürüsüne yol açacak, korku yaratacak veya izleyicileri dehşete düşürecek şekilde verilmemelidir. Halkın ruh sağlığını bozacak yayın yapılmamalıdır. Aile bireyleri, ebeveynler de televizyon yayınlarının olumsuz etkisi konusunda çok dikkatli olmalı, çocuklarının program seçiminde ve izlenen konuların doğru algılanmasında yardımcı olmalıdır. Herkese (başta televizyonculara ve ailelere) ciddi sorumluluklar düşmektedir.

Kamuoyu, bireysel ve toplumsal bakımlardan çağdaşlaşmanın bu yayınları izlemekle olmadığının farkına varmalıdır. Aksine, çağdaşlaşmanın bu ekran kirliliğinden uzak kalarak, bilime ve teknolojiye değer vererek, öz benliğimizi yitirmemekle olduğunun bilinciyle aşırı cinsellik ve müstehcenlik içeren yayınlara karşı yüksek bir duyarlılık gösterilmelidir. Televizyonda her geçen sene daha fazla sayıda kanalla karşılaşıyoruz. Üzücü ama gerçek olan şey şu ki, “aptal kutusu” insanlara faydadan çok zarar veren bir araç konumunda. 

Televizyonun sosyal, kültürel ve kişisel seviyelerdeki olumsuz etkilerinin bazılarını aşağıdaki satırlarda uzmanların ve yazarların görüşleriyle sıralıyoruz.

Zıt değerler iç çatışma yaratıyor

“Televizyon ve Toplum- Television and Society” kitabının yazarı Harry Skornia televizyonun toplumsal ölçekte akıl sağlığımıza kastettiğini belirtiyor. Skornia’nın televizyonla ilgili tespitleri son derece kaygı verici: “Bir çocuğa din, okul, ebeveynler ve hukuk sistemi bazı değerleri öğretirken, diğer tarafta medya bambaşka değerleri empoze ederse, birçok insan iç çatışma yaşayabilir. Birbiriyle çelişen, çatışan bu değerler bazı doktorlara göre daha fazla şizofreni vakası görülmesinin sebeplerindendir.  Çocuklar gün içinde birçok kez televizyonun kurmaca dünyasında dayatılan değerlerle kendi kişisel hayatındaki gerçekliğin getirdiği değerler arasında sıkışır. Herkes bu tür bir çatışmayla başa çıkamaz. Reklamların çoğu insanın sahip olduklarından veya kimliğinden tatmin olmamasına yöneliktir. Televizyon ve diğer medya kuruluşları aracılığıyla yayılan bu reklamlar ulusal ölçekte bir tatminsizlik oluşturur. Reklamveren ve reklamı yayınlayan kuruluş açısından bu tatminsizlik çok avantajlı bir durumdur ama halkın çıkarları için aynı şey söylenemez.”

İnsani ilişkiler zedeleniyor 

Kitabın ilk satırlarında evlerimize televizyon girmeden önce akşamları zamanın nasıl geçirildiğini hayal etmeye çalışmıştık. İnsanlar o “çok eski zamanlarda” sohbetler, masallar, elişleri gibi güzel faaliyetlerle uğraşmış ve erkenden uyumuş olabilirler. Televizyonun toplumu en derinden vurduğu noktalardan biri de insani ilişkileri zedelemiş olması. Devamlı televizyon seyrettikleri için konuşamayan ve en sonunda boşanan çiftler… Misafirliğe gidildiğinde topluca izlenen diziler…

Televizyon insani ilişkileri derinden etkiliyor.  İnsanoğlu birbiriyle ilişki kurarak gelişimini sürdürür. İnsanlar arasındaki bu ilişkiyi erteleyen, zorlaştıran, ikinci plana iten herhangi bir şey, toplumun gelişmesine engeldir.  Günde 5-6 saat televizyon seyreden çocuklara baktığınız zaman bir araya geldiklerinde bir türlü iletişim sağlayamadıklarını görürsünüz. Birbirlerinden korkarlar, ilişkilerden endişe duyarlar. Kendilerine bir şey söylenmesini, konuşmayı veya soru sorulmasını istemezler. İstedikleri tek şey vardır: seyretmek.  Böylece çocuklar suskun bir şekilde büyür. Ergenlik çağına geldiklerinde dinledikleri müzik veya seyrettikleri film onları birbirleriyle ilişki kurma zorunluluğundan kurtarır. Ekrandan gelen sesler konuşmayı güçleştirir, kafalarının üstündeki ekransa bütün dikkatlerinin odaklandığı yerdir. Genellikle sessiz kalırlar. Birbirleriyle yan yana otursalar dahi üçüncü birşeyin – müzik ya da filmin- varlığıyla ayrılmışlardır.  “Amerika’nın bir ruhu var mı?” başlıklı makalesinde Thomas Moore Amerikalıların sadece televizyondaki parıltılı olaylardan, dev organizasyonlardan etkilenir hale geldiğini söylüyor: “Televizyon programları dikkatimizi starlara yönlendirdikçe bizi insan yapan ve birbirimizle ilişki halinde tutan basit şeyleri değersiz görmeye başlıyoruz. Sıcak, gönülden sürdürülen bir sohbet yerine ekranlardaki mesafeli bilgileri almayı tercih ediyoruz.”

Yalnızlık makinesi

Televizyonun bir diğer vahim özelliği de, insanları toplumdan izole etmesi. “Televizyonun Gücü – The Power of Television” isimli eserinde Conrad Lodziak izole edilerek tüketim birimlerine dönüştürülmemizi anlatıyor: “Sosyal olarak izole olmuş birey bu sorununu belki televizyon karşısında daha fazla zaman geçirerek çözmeye çalışmaz ama kendisi gibi birçok bireyin olduğunu düşünerek rahatlar. İnsanlar ortak ihtiyaçların tanınacağı ve çözümlerin üretileceği fırsatlardan yoksun kalırlar. Sosyal ilişkiler “özelleşmeye” başlar. Bu özelleşme, kapitalist toplumların ayakta kalmasını sağlayan şeydir. Aynı zamanda insanın üzerinde kurulan yeni egemenlik biçimlerini de üretir.  Televizyon, sorunlara kolektif veya politik çözümler aramak yerine bireysel çözümlerin aranmasını teşvik eder. Bu, insanların toplumda politik bir vatandaş olmaktan çıkarılıp, kurumsal dünyada bir tüketim birimi haline getirilişiyle paralel bir olgudur.” 

Bilinç ve bilinçaltına yönelik kuşatma

Televizyonda izlediğimiz görüntüler bizi nasıl etkiliyor dersiniz? Ağlatıyor, güldürüyor, şaşırtıyor, bazen dehşete düşürüyor. Bunların hepsi doğru. Peki, farkında olmadıklarımız? Televizyon nasıl davranmamız gerektiğini, değer yargılarımızı ve fikirlerimizi de şekillendiriyor aslında.  Tahir Karaboğa, kitle iletişimsizlik aracı olarak tanımladığı televizyonun bilgi vermekten başka bir görevi daha olduğunu ifade ediyor: “Televizyon artık bir kitle iletişim aracı olmaktan çıkmış, kitlelerin beynini yıkama aracına dönüşmüştür.”  “Dev medya kuruluşlarının, bilgi, haber, eğlence tekellerinin öncelikli amaçlarından biri de insanların bilincini değiştirmektir.” diyor Amerikalı yazar Jeremy Seabrook. “Bu görevlerini Batı kültürünün yaratmış olduğu en kışkırtıcı ve çekici isimler aracılığıyla yapıyorlar. Bütün dünyadan gençlerin kalbi bu şekilde fethediliyor. Pop kültürü renkli ve eğlenceli. Bütün dünyada süregelen yoksulluk ve emniyetsizliğin arasında bir kutlama, bir sevinç çığlığı gibi gösteriliyor. Gençlere eğlence, para ve cinsellik dolu bir hayat vaat ediyor. Başka bir deyişle, onları daha iyi bir hayata kavuşmak için göğüslemek zorunda oldukları meselelerden uzaklaştırıyor. Kâr amaçlı kurmaca hayatların kahramanları gibi görüyorlar kendilerini. 

Gençlere zarar veren seksi görüntüler, para kültürü veya herşey mübahtır anlayışı değildir. Değerler, vaatler, eğlencenin öne çıkarılması aslında bilincimizi etkiler. Çok uzaklarda başkaları tarafından kontrol edilen küresel pazar için bilincimiz yeniden şekillendirilir. Bütün bunlar bir komplo teorisi olarak başlamış olamaz; komplonun kendisi haline geldi çünkü.”

Seabrook’un çarpıcı tespitleri küresel bir pazarlama faaliyetinin tüketicileri olarak nasıl yönlendirildiğimizi sergiliyor. Küresel pazarlama ağının hepimizi etkilemek için kullandığı reklamlar bilincimizden daha fazlasını etkiliyor aslında. Kasıtlı olarak bilinçaltımıza yönelik mesajlar da kullanılıyor.  Neden mi? “Gereksiz bilgiler kaybolur gider, diğerleri bilinçaltına yerleşir. Bilinçaltınıza yerleşenleri değiştiremezsiniz. Bilinçaltınızdakileri yargılayamazsınız ve kolay kolay unutamazsınız. Bilinçaltı bellek, davranışlarınızı ve kararlarınızı etkiler.” Yukarıdaki sözler Ahmet Şerif İzgören’e ait. Reklamlarda bilinçaltımıza yönelik yapılan saldırıyı “Eşikaltı Büyücüleri” kitabında gayet açık bir şekilde gösteriyor. Kitabın alt başlığı “Dehşet, ölüm ve seks üçgeninde reklam ve propaganda”. İzgören, propagandayı “insanların fikirlerini, duygularını, bakış açılarını ve davranışlarını sponsoru adına değiştirmek için yapılan tüm çalışmaları içeren bir yöntem” olarak tanımlıyor.

Reklamcıların alt başlıkta geçen dehşet, ölüm, seks kavramlarını kullanarak bilinçaltımızı etkilemeye çalışabildiklerini ifade ediyor.  Herhangi bir olguyu algıladığımızda onunla birlikte ve onunla ilişkili olarak birtakım yan olgular da algılarız; ama ne onların üstünde durur, ne de dile getiririz. Bu yan olgular, temel olguyla ilişkili olduklarından, temel olgu üstündeki faaliyetlerimizde kimi zaman etken olurlar. Ya da önceden bildiğimiz, ama bu anda düşünmediğimiz öyle şeyler vardır ki bu andaki temel düşüncemizi, onunla ilişkili oldukları için, etkilerler. Altbilinç ya da bilinçaltının bütün esrarı bundan ibarettir.  Kelime, görüntü ve sesler aracılığıyla bilinç algımızın sınırının altında yapılan etkileme yöntemlerini “eşikaltı yöntemler” diye adlandırarak, reklamlarda kullanılan bu yöntemlerle dehşet, ölüm ve seks olgularının bilinçaltımıza yerleştirilmesini görmezden gelemeyiz. Öte yandan, sigara, alkollü içkiler, parfüm, otomobil, moda, gıda ve cep telefonu sektörlerinden binlerce reklam tehlikeli boyutlarda hafızamızı doldurmaya devam ediyor. Bir reklamda, kutup ayılarının kola içmesi neticesinde, her kar yağdığında canınızın kola çekmesi, “kirlenmek güzeldir”, “ben temizim”, “hiç tanımadığınız bir erkek size çiçek verirse şaşırmayın”, “bir bilmecem var çocuklar”, “Macit beni otomobillendir” gibi örnekler, cümleler aracılığıyla etkileme yöntemlerinin sadece birkaçını oluşturuyor. Televizyonlar aracılığıyla sağlanan bu mahkumiyet ve bir nevi işkence yöntemi, paranız olmasa da, sizi reklamda gizlice şirin gösterilen o ürünü tüketmeye zorlayarak (hatta toplumsal düzen kanunlarını da yok sayabileceğiniz bir süreçte) bilinçaltınızı meşgul ediyor. (Konuyla ilgili televizyonda, gazetelerde bugüne kadar herhangi bir tartışmanın gündeme gelmemesini de “görsel medya sektörünün içişlerine müdahale olacağı kaygısıyla”, göz ardı edildiğini iddia etmekteyim). Bu alanda birkaç araştırmacı öğretim üyesi ve eşikaltı reklamcılığını uygulayan birkaç reklamcı dışında da konuyu bilene rastlamadım. 

Televizyon yayınlarında, halkın beğeni ile izlediği yerli dizi ve tiyatrolardaki ana ve yardımcı karakterlerle, ses sanatçılarının alkollü içki ve sigara içerken yoğunlukla gösterilmesi kanun ve yönetmelikler eliyle engellenemediğinden, çocuk ve gençler için özendirici olmaktadır. Oysa, çocuk ve gençler, alkol, sigara, uyuşturucu madde gibi zararlı bağımlılıklara yöneltecek her türlü etkiden korunmalıdır. Bilindiği gibi 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkındaki Kanunun 22. maddesi, “alkol, tütün ve tütün ürünlerinin reklamlarına izin verilemeyeceğini” hükme bağlamaktadır. 3984 sayılı yasaya dayanılarak çıkarılan 20 Kasım 1994 tarihinde yürürlüğe giren, Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 13. maddesi de “yayıncı kuruluşların, alkol, alkollü içkiler, sigara ve diğer tütün ürünlerinin reklamlarını yayınlayamayacaklarını” öngörür. Ayrıca, aynı yönetmeliğin 12. maddesi, “reklamı yasaklanan ürün ve hizmetleri üretenlerle, bunların satışı ile iştigal edenlerin program desteklemesinde bulunamayacağını” hükme bağlar. Yasalarımız tüketicinin korunması bakımından, gizli reklam ve bilinçaltı reklamı da yasaklamıştır. 3984 sayılı yasanın 20. maddesi, “Reklamların, program hizmetinin diğer unsurlarından açıkça ve kolaylıkla ayırt edilebilecek ve görsel ve işitsel bakımdan ayrılığı fark edecek biçimde düzenlenmesini, bilinçaltı ile algılanan reklamlara izin verilmemesini” hükme bağlar. Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesine göre de, “Yayınlarda gizli reklam yapılamaz. Programlarda açıkça reklam olduğu belirtilmedikçe ürün veya hizmetler reklam amacını taşıyan şekilde sunulamaz. Çok kısa sürelerle imaj veren, elektronik aygıt veya başka bir araç kullanılarak veya yapılarının ne olduğu konusunu izleyenlerin fark edemeyecekleri veya bilemeyecekleri bir biçime sokarak, bilinçaltıyla algılanmasını sağlayan reklamların yayınlanması yasaktır.”

Ekrandaki rol modeller, tek tip insanlar

Çocuklara özellikle diziler ve bazı televizyon programları aracılığıyla bazı rol modelleri dayatılıyor. Çocukların seyrettiği programlarda sunulan cinsiyet rolleri son derece basmakalıp. Çocuklar bu klişeleri zihinlerine yerleştirip onlarla özdeşleşirler. Bu nedenle bir dönem Türkiye’de değişik yaş gruplarından erkek çocuklar “Polat Alemdar” olmak istemişlerdi. Bu tür programlar genellikle erkek çocuklara daha çok şiddet kullanan baskın kişiler olmaları, kız çocuklara da daha pasif ve sessiz olmaları gerektiğini belirten mesajlar vermektedir. Bu mesajlar, çocuklara yanlış ve cinsiyetçi rol modelleri sunmaktadır. 6-9 yaş arasındaki çocuklar da özellikle gerçek yaşama benzeyen sahnelerde gerçek ile hayali olanı ayırmakta zorluk çekerler. Hayranlık besleme eğiliminde olurlar ve kahramanlara benzeme isteği duyarlar. Gazeteci-yazar Nevval Sevindi çocukların kendilerine örnek alabilecekleri bir rol model arayışı içinde olduklarını ve televizyonun bu ihtiyacı anında karşıladığını yazıyor: “Televizyon hayatımıza girdiğinden beri “rol” üreten bir araç oldu. Topluma yansıttığı “rol model”ler şarkıcılar, sinema filmlerinde oynayanlar, eğlence ve moda sektörü ağırlıklı. Çünkü televizyon bir eğlence aracı sayılıyor. Fakat etkisi hesaba katıldığında eğlendirmekten çok daha büyük bir etki gücüne sahip olduğu da aşikar. 11-20 yaş arasındaki gençlerin toplumsal nitelik kazanmaya çalıştığı bu dönem arayışın en fazla olduğu zaman dilimidir. Kim olduğu, nerede yaşadığı, kime inanacağı, hayatının amacının ne olduğunu hep arama halindedir. Çevresinde daima “onun gibi” olmak istediği kişileri arar durur. Televizyon bu arayışa çok genel, hazır cevaplar vermekte. Bunların karşıtı ya da alternatifi arayışların sağlanamaması, farklı rol modellerin üretilememesi gençlerin aldatılması için zemin hazırlamakta.”

Artık biz de Hollywood’lu olduk

ABD’ye yolu düşen Türklerin çoğu, orada gördükleri şeylerin çoğuna bir çeşit “deja vu” hissiyle bakmaktadırlar. Bart Simpson’ı okula götüren servis aracı, Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz kahve-tost-yumurta ile kahvaltı, benzinciler, gri New York sokakları, Central Park veya yan yana konmuş depoları andıran devasa alışveriş merkezlerinin hiçbiri yabancı gelmez. Çünkü, hepimiz çocukluktan itibaren Amerikan yapımlarıyla dolu televizyon ekranından veya sinema filmlerinden o ülkede yaşamış kadar olduk.  Tahir Karaboğa Hollywood filmlerinin başka bir misyon üstlenmiş olduğunu dile getiriyor: “Bugün Amerika, tüm dünyaya emperyal ideolojisini Hollywood filmleriyle ihraç etmektedir. Hollywood filmleri, Amerika halkının yaşam tarzının diğer uluslarınkinden üstünlüğünü, zenginliğini, değerlerinin yüceliğini, sözde özgürlükçülüğünü, askeri gücünün ihtişamlığını vurgulayıp, ön plan çıkarır. Bir sistemi dayattığından ideolojiktir. Bu anlamda Hollywood filmlerinin ırkçı, milliyetçi ve militarist bir yaklaşım sergilediği görülür. Öte yandan, bu filmler, insanların tüketime olan taleplerinin artmasında yeni tüketim alışkanlıkları ve davranış kalıpları geliştirdiğinden, büyük ekonomik bir sektör oluşturmaktadır.  Bu filmler aracılığıyla Amerikan yaşam tarzı, tüketim kültürü, başka uluslara dayatılmakta, bu durum, başka ulusların kültürlerinin ve yaşam tarzlarının derinden etkilenmesine, kültürel çatışma ve kültürel çelişkilerinin artmasına, yerel kültürlerin yok olmasına ön ayak olmaktadır. Hollywood filmleri, insanların hayata bakış açılarının, gelenek ve göreneklerinin, davranış ve ilişki biçimlerinin değişmesinde başrol oynadığı gibi, insanlar arasında tüketim çılgınlığını körükleyerek sistemin bir iç dinamiği olarak görevini yerine getirir.”

Yanlış beslenme, hareketsizlik ve şişmanlık

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) obeziteyi [aşırı şişmanlık] “Sağlığı bozacak ölçüde yağ dokularında anormal veya aşırı miktarda yağ birikmesi” şeklinde tanımladı.  Yeni Zelanda’daki Dunedin Üniversitesi doktorlarından Robert Hancox ve ekibi, Otago bölgesinde doğan bin kişiyi yirmi altı yaşına kadar izledi. Araştırmada, çocuk ve gençken günde iki saat ya da daha fazla televizyon izleyenlerin sigara tiryakisi, şişman ve yüksek kolesterollü olma riskinin daha çok olduğu ortaya çıktı. Bu kişilerin ayrıca kalp ve solunum rahatsızlıklarıyla da karşılaşabildikleri belirlendi. Araştırmada, günde iki saatten fazla televizyon seyreden yirmi altı yaşındaki bu gençlerden yüzde 17’sinin aşırı kilolu olduğu, yüzde 15’inin kolesterol seviyesinin çok yüksek olduğu, yüzde 17’sinin tütün ürünleri tükettiği belirtildi.  Televizyon, kız ve erkek çocukların “vücut ölçülerini” farklı şekillerde etkiliyor. Kız çocuklarına televizyondaki çizgi filmlerde dayatılan mutluluk sembolü manken modellerin hepsi de 90-60-90 vücut ölçülerine sahip, büyük ve genelde mavi gözlü, genelde sarı saçlı, uzun bacaklı. Çocuğun düş gücüne göre değişemeyecek kadar tek tipler. Saniyede iki Barbie satıldığını akılda tutarsak, çocuğun çevresindeki tüm akranlarında da aynı vücuda sahip bebekler gördüğünü düşünmek yanlış olmaz. Çevresini saran bu tek tip bebekler, çocuğun bebekte temsil edilen vücut formunu ideal bir güzellik olarak mutlaklaştırmasına neden olmakta. Gerçek dünyada kadınlara dayatılan güzellik anlayışı, Barbieler üzerinden dolaysızca çocuğun oyun dünyasına girmekte ve onu baskı altına almakta.  Sussex Üniversitesi’nden Helga Dittmar, “Developmental Psychology” dergisinde yayınladığı araştırmasında; Barbielerin aşırı zayıf vücutlarıyla kız çocukların kendi vücutlarından hoşnutsuzluk duymalarına neden olduğunu belirtiyor. Bu hoşnutsuzluk, çocuğun çok erken bir yaşta vücuduyla didişmesine ve “anoreksiya nevrosa ya da bulumia nevrosa” (yediğini çıkarma) gibi yeme bozukluklarına neden olabiliyor. Dittmar, dünyada her yüz bin kadından ancak bir tanesinin Barbielerle empoze edilen vücut formuna bürünebileceğini de ekliyor. Yani, televizyonda seyrettiği Barbie’yi mutlak güzellik olarak kavrayan her 100 bin kız çocuğunun 99 bin 999’u hayatlarını vücutlarından memnun olmadan sürdürmek zorunda kalıyor.  Çocukluk obezitesini oluşturan çevresel etmenler arasında ailenin beslenme biçimi ve hareketsizlik de bulunmaktadır. Uzun süre televizyon izlenmesi ve televizyon izlerken yüksek kalorili yiyeceklerin tüketilmesi obeziteyi daha da artırmaktadır. Obezite ve psikolojik etmenler arasında bir ilişki olduğu kabul edilmektedir. Anne-baba-çocuk arasındaki olumsuz ilişkiler çocuğun ruhsal yapısını etkileyip aşırı yemesine neden olabilmektedir. Ayrıca çocukların az hareket etmeleri, vakitlerinin çoğunu televizyon veya bilgisayar karşısında oturarak geçirmeleri ve bu arada sürekli bir şeyler atıştırmaları önemli bir faktör.  Yemek yedirmek için televizyon karşısına oturtulan çocuklarda televizyon izleme alışkanlığı oluşacağı belirtilerek, kontrolsüz şekilde televizyon izleyen çocukların yorum yapma ve muhakeme etme yeteneklerinin olumsuz etkileneceği bildirilmiştir.”

www.iyibilgi.com

 



Bu haber 837 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,667 µs