En Sıcak Konular

İnsan ruhu fânî midir? Baki midir?

11 Aralık 2009 11:17 tsi
İnsan ruhu fânî midir? Baki midir? Ruhun mahiyeti nedir? İnsanlık için bunu anlamak mümkün müdür? Doç. Dr. Sefa Saygılı anlatıyor...

Doç. Dr. Sefa Saygılı'nın yazısı... 

Ruhun Varlığı 

Soru: Ruhun varlığı ve bu konudaki islâm inancı nasıldır?

Cevab:Bismillahirrahmanirrahim.
İnsanların maddî bir beden ile bir ruhtan oluştuğu herkesçe kabul edilmektedir. Ancak ruh, mahiyet bakımından bedenden başka, müstakil bir varlığa sahip midir? Ruhun mahiyeti idrâk olunabilir mi? Ruh, kişi vefat ettikten sonra yok oluyor mu? Yoksa baki mi kalıyor? diye ihtilâf olunmuştur.

Bunlar bir takım önemli sorulardır ki, öteden beri mütefekkir insanların zihnini meşgul edip durmuştur.

Ruhun varlığı ve bu konudaki islâm inancı

Biz Müslümanlar ruhun var olduğuna inanmaktayız. Dini delillerimiz ruhun var olduğunu ve Allah’ın bir işinden ibaret olup vefat ettikten sonra başka bir âleme geçeceğini haber veriyor. Ruhun var olduğuna, ortaya koyduğu çeşitli alametler ve tesirlerden her biri de pek açık bir şekilde şahitlik ediyor. Şu kadar ki ruhun mahiyeti, maddi olup olmaması meselesi inanç bakımından aslî olmayan meselelerdendir. Dinin zaruri kıldığı şeylerden sayılmamaktadır.

Ruh hakkında materyalistlerin görüşleri ve bu görüşlerin tenkidi

Maddî ve hissedilir olmayan her şeyi bir çırpıda inkâr edecek kadar zayıf bir fikre düşmüş olan materyalistler; bedenden müstakil bir ruhun var olduğuna inanmıyorlar. Bunlara göre ruh, hayat, bütün aklî melekeler, sinirlerin hareketlerinden, beynin çalışmasından, meydana getirdiği şeylerden maddî parçaların güzel bir şekilde birleşmesi ve kaynaşmasının neticelerinden başka bir şey değildir. Bunlar diyorlar ki:

1- İnsan ile hayvanlar arasında bir fark yoktur. Bunlar biribirinden mahiyet bakımından ayrıcalıklı değildir, her ikisinde de ancak bedene ait mizaç vardır, hissetmek bakımından birdirler. Aralarındaki fark yalnız derece itibariyledir. Artık insanda hayvandakinden yüksek, mânevi bir ruhun varlığı iddia olunamaz.

 2- Fikir, hissetme, vicdan gibi nefsin bütün hareketleri, beynin fiillerin ibarettir. Beyin bulunmadıkça bunlar bulunamaz. Fikrin ve diğerlerinin varlığı beynin var olduğuna, güzel bir şekilde meydana gelmesine bağlıdır. O halde ruh beynin fiillerinden başka bir şey değildir.

 3- Maddî ve ölçülmesi mümkün olmayan, göz ile görülüp el ile tutulamayan bir şey mevcut olamaz. Bu sebeple maddî olmayan ve bedenden başka bulunan bir ruhun varlığı düşünülemez.

 Şimdi materyelistlerin bu iddialarını biraz inceleyim:

İlk önce: İnsan ile hayvanlar arasında yalnız derece itibariyle değil, hakikat bakımından da büyük bir fark bulunduğu psikoloji ilmince sabittir, insandaki şuur ile his duygusu ile hayvanlardaki şuur ve his duygusu nasıl eşit olabilir?

İnsan akıllıdır, mütefekkirdir, iyice düşünür, delil getirir, birçok özelliklere sahiptir. Artık insan ruhu ile hayvan ruhu nasıl bir mahiyette zannedilebilir? 70. bölümün izahına müracaat!..

İkinci olarak: Beyin gibi bölünmeyen parçalardan oluşup daima değişmekte ve yenilenmekte bulunan bir şey; insanlarda devamlı tecelli eden bu kadar harikulade hislerin, yüksek kavrayışların nasıl kaynağı olabilir? Beyin yalnız ruhun bir âletidir, beyin bulunmadıkça ruh hareketlerini gösteremez, bundan dolayı beyin ne kadar mükemmel olursa ondaki hisler de o nisbette mükemmel olur. Nitekim bir müzikçi, müzik âletlerinin mükemmelliğine göre maharetini gösterir. Bir zat ne kadar güzel hat yazmaya sahip olursa olsun, kırık bir kalem ile yazacağı şeylerde o acaib güzelliği göstermeye muvaffak olamaz.

İşte mükemmel olmayan bir beyindeki ruh da zaruri olarak hareketlerini hakkıyla göstermeye muvaffak olamaz. Fakat bundan ruh ile beynin bir olması neden lâzım gelsin? Bu hal nihayet beyin ile ruhun münasebetini ispat eder, yoksa aynı olduğunu ispat etmez.

Üçüncü olarak: Maddî olmayan şeylerin mevcut olmadığı nasıl iddia edilebilir? Materlayalistler, hissettiklerimizin, idrak ettiklerimizin ötesinde başka şeylerin mevcut olmadığını hangi delile dayanarak ispat edebilirler? Fikir, vicdan, hisler denilen şeylerin mevcut olmasını materyalistler de inkâr edemez, hâlbuki bunlar maddî değildirler.

Özetle bizim anladığımız şekilde bir ruhun mevcut olmasını materyalistlerin inkâr etmesi, insanlığı hayvanlar seviyesine düşürmek, insanları hayatın faziletlerinden mahrum bırakmak, insanları bir ümitsizlik ve hüsran içinde yaşatmak gibi kötü bir gayeden başka bir şeye bağlanamaz.

Ruhun müstakil varlığı hakkındaki görüşler

Bereket versin ki son zamanlarda materyalizmin felsefik yapısı pek büyük bir sarsıntıya uğramış, ruhiyyün felsefesi galibiyet kazanmıştır. Vaktiyle ruhun mevcut olduğuna inananları cahillik ile akılsızlıkla itham eden birçok filozoflar, bilimadamları, daha sonra yaptıkları deney ve incelemeler neticesinde fikirlerini değiştirmiş, bu hususta birçok kitaplar neşrederek ruhun başlı başına mevcut olduğunu itiraf etmeye mecbur olmuşlardır. Hattâ bir takım kimseler daha ileri giderek ruhlar ile konuştuklarını, hattâ ruhların fotoğraflarını bile alabildiklerini iddia etmeye cüret göstermişlerdir.

Allah’a hamd olsun biz Müslümanlar ruhun mevcut olduğunu ispat etmek için bu adamlar gibi “ispritizma (ruhçuluk)” usulüne ve diğerlerine muhtaç değiliz; ruh çağırma usulünün bir hakikat olduğunu tasdik etmeye bir lüzum hissetmeyiz. Ancak şunu demek isteriz ki vaktiyle hissedilir şeylerden başka bir şeye inanmak istemeyen bir takım kimseler daha sonra bu kadar ileri gitmiş, yaptıkları ruhî araştırmalar neticesinde ruhların mevcut olduğunu âdeta hissedilen ve apaçık şeylerden saymışlardır.

Ruhun mevcut olduğunu ispat eden bâzı deliller

1- İnsan yalnız maddî bir bedenden, şu gördüğümüz organ ve duyulardan, hususi yapıdan ibaret değildir. Çünkü bunlar daima gelişir, zayıflaşır, değişime mâruz kalır, hattâ bilim adamlarının açıklamalarına göre insan bedeni, nihayet bir ay zarfında tamamen değişmiş bulunur. Hâlbuki insanın şahsiyeti, bu gibi değişimlerden korunmuştur. Bugün gördüğümüz bir şahsın hakikati ne ise bundan otuz-kırk sene sonra da odur. Hatta bazı uzuvlarını bir arıza neticesinde kaybetse bile. Bu halde insanın şahsiyetinin gerçekleşmesi için bu maddî bedenden başka bir şeyin mevcut olduğu anlaşılıyor ki, o da ruhtur.

2- Ruhun varlığına hafıza kuvvetimiz, zihnimizdeki şeyler şahittir. Beyin daima değişiyor ve yenileniyor, hâlbuki ezberlediklerimiz, elde ettiğimiz bilgiler değişmiyor. Eğer ruh mevcut olmasaydı beynimizdeki hücrelerinin dağılmasıyla ezberlediklerimiz yok olur, elde ettiğimiz bilgileri devam ettirmemiz mümkün olmazdı.

3- Ruhun varlığına ahlakî mesuliyetimiz delildir. Eğer ruh mevcut olmasaydı ahlakî mesuliyetimiz düşünülemezdi. Beden daima değişmekte olduğundan mazide bir cinayet işlemiş olan şahsın bedeni, daha sonra tamamen değişmiş olacağından artık onun hakkında ceza vermek adalete aykırı olmuş olurdu. Hâlbuki o cinayeti işleyen şahıs daima aynı şahıs kabul edilerek daha sonra hakkında hükmolunan cezanın adalete aykırı olduğunu hiçbir kimse söyleyemez. Bu hal ise şüphe yok ki değişmeyen bir ruhun varlığından kaynaklanmaktadır.

4- İnsandaki irade ve şuur, kendisinin maddî bir bedenden ibaret olmadığına şahittir. Zira beden etkisiz, bizzat hareket etmeye elverişli değildir, his ve şuurdan mahrumdur. Hâlbuki insan bir hareket ve iradeye sahiptir. Kendisini ve diğer şeyleri anlayabilen şuuru vardır. Artık şüphe yok ki bu haller, bedenden başka olan bir ruhun eserlerinden ibarettir.

5- İnsanın bedeni cansız varlık konumundadır. Onun hareketlerini düzenleyen, gelişmesini meydana getiren, anlayabilmesini sağlayan düzenli bir kuvveti vardır. Bu kuvvet ise şüphe yok ki, bedenden başkadır. Cansız bir varlık konumunda bulunan bir beden ile böyle bir kuvvet bir olamaz.

6- İnsanlarda meydana gelen bir takım fiil ve haller vardır ki, bunlar beş duyu organının dışında kalıp olağan hadiselerden ayrılmaktadırlar. Keşifler, ilhamlar, hatıra gelen şeyler, bir şey olmadan olacağını hissetme, gelecekle ilgili tahminler bu kısımdandır. İnsanda bulunan bir ruhun varlığı tasdik edilmedikçe bu halleri izah etmek mümkün olamaz. Bunlar insanda başlı başına bulunan bir ruhun varlığına delildir.

7- İnsanlar uyku halinde bâzı şeyler görürler ki, daha sonra o şeyler görüldüğü gibi veya ona uygun bir şekilde meydana gelir. Bu garip hâdise ise insanda bedenden başka bir kuvvetin mevcudiyetine şahittir.

8- İnsanlar cismen zayıftırlar, bu itibarla birçok canlı varlıklardan aşağı bir mertebede bulunurlar. Hâlbuki diğer taraftan büyük bir zekâya, yaratılıştan bulunan bir kabiliyete sahiptirler. Meydana getirdikleri ilim ve sanat eserleri kendilerinin ne büyük bir kabiliyet ve irfana sahip olduklarını ispat eder. Artık şüphe yok ki bu hal kendilerinde bulunan manevî bir kuvvetten, ruh denilen latif bir varlıktan kaynaklanmaktadır.

9- Sağlıklı bir insan farzediniz ki bir dakika evvel hayatta iken bir dakika sonra vefat ediyor. Şimdi şu bir dakika evvelki insan ile bir dakika sonraki aynı insan arasında vücut ağırlığı, organ nispeti, beden şekli ve diğer yönleriyle ne fark vardır? Hâlbuki o insan bir dakika evvel sağ iken bir dakika sonra ölmüştür. Demek ki insanda hayat kaynağı olan ve ruh denilen başka bir cevher, başka bir kuvvet var imiş ki onun yok olmasıyla ölüm oluyor.

10- Bütün insanlık kendi vücudunu oluşturan uzuvlarını, asıl hakikatından hariç sayar. Kendisinin yaratılıştan bir ruha sahip olduğuna inanır, buna vicdanı şahitlik yapar. İnsanların bu konudaki kanaatleri, delil ve ispatına lüzum olmayan apaçık şeylerden sayılmaktadır. Artık bedenden başka bir ruhun mevcudiyeti nasıl inkâr olunabilir? Bu konudaki yaratılıştan olan gerçeklerin, vicdanın yaptığı şahitliğin hatâ olduğunu kim ispat edebilir?

Bir kimse düşününüz ki, bir dershanede sıraların önünde ayakları ile dolaşıyor, elleriyle bir kitap forması tutuyor, ağzı ile de o formadaki yazıları size anlatıyor, yine konuşurken düşünüyor, her sözünü fikrî bir muhakeme neticesinde söylüyor. Demek ki bu zat kendi azalarını, duyu organlarını kullanıyor. O halde bu zat, kullandığı şu âzâ ve duyu organlarından başkadır. Çünkü bir şeyi kullanan bir kimse, elbette kullandığı o şey ile aynı değildir. Nitekim bir kâtip, kullandığı kalemden, kalemtıraştan başkadır. Öyle ise âlet mesabesinde bulunan şu aza ve duyu organlarını kullanan zat kimdir? Şüphe yok ki "ben" diye kendisinden tabir ettiğimiz ruhtan, insanî nefs-i nâtıkadan başka bir şey değildir.

Kısacası: Ruhun bedenden başka bir varlığa sahip olduğuna: 

"Ey nefs-i mutmeinne! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön." 1 ayet-i kerimesi de pek güzel delâlet etmektedir. "Rabbine dön" hitabı ile muhatap olan "nefs-i mutmeinne" şüphe yok ki ölüme mâruz olan maddî bedenden başkadır.

"Hak yolunda şehid olanlara ölüler demeyiniz!. Bilakis onlar Rablerinin mânevî katında hayat sahibi olup rızıklandırılırlar"2 mealindeki ayet-i kerime de ruhun bedenden başka olduğuna delildir.

Ruhun mahiyetini anlamak mümkün müdür?

Ruhun mahiyeti nedir? İnsanlık için bunu anlamak mümkün müdür? sualine gelince İslâm alimlerinden bir kısmı, “Selefîye” diyor ki: Ruh ilâhî bir sırdır, bunun mahiyetini anlamak insanlık için mümkün değildir.

Geçekten şimdiye kadar âlimlerden, filozoflardan binlerce kişi gelip geçtiği halde hiç biri ruhun mahiyetini keşfetmeye muvaffak olamamıştır. Zaten ruh ilmi, yani psikoloji de yalnız ruhun durumlarından, nefsî kanunlardan bahsediyor, ruhun mahiyetinden bahsetmiyor. Ruhun mahiyetini idrâk edememek ise, onun var olmadığını iddiaya vesile olamaz. Âlemde birçok şeyler vardır ki biz bunları göremediğimiz halde varlıklarını asla inkâr edemeyiz. Günümüzde elektriğin mahiyeti keşfedilememiştir. Hâlbuki onun var olduğunu inkâr edecek bir kişi yoktur.

Ruhun mahiyetini idrâk etmek mümkün olmadığı görüşünde olan bu zatlar:

“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.”3 âyet-i celilesini delil getiriyorlar.

Fakat İslâm âlimlerinin diğer bir kısmı (Müteahhirin) ruhu idrak etmenin mümkün olduğu görüşündedir. Bu zatlar diyor ki:

“Sana ruh hakkında soru sorarlar.” âyet-i kerimesi ruhun tamamen idrâk olunamayacağına delâlet etmez, bilakis insanlar ruhun mahiyetini bir dereceye kadar anlamaya muvaffak olabilirler. İşte:

 “Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” ayet-i kerimesi de bunu dolaylı yoldan göstermektedir.

 Böyle düşünen İslâm mütefekkirleri ruhun mahiyetini tayin hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilâf başlıca üç kısma ayrılabilir:

1-  Ruh; canlı, hareketli, nuranî, cesede zıt latif bir cisimdir. Dağılma ve değişiklik, ayrılma ve parça parça olmaktan uzaktır. Gül suyunun gülün içinde bulunması gibi bir şekilde beden içinde bulunur. Bunun beden içinde bulunmasıyla hayat meydan gelir. Bedenden tamamen ayrılmasıyla da ölüm gerçkleşir. İmâmü’l-Haremeyn, İbn-i Kayyim el-Cevzî, İmam Şa'rânî gibi bir çok meşhur İslâm alimleri bu görüşü savunmaktadırlar.

2- İnsan ruhu, yalın bir cevherdir. Maddî ve bölünmesi mümkün olmadığı gibi mekâna da muhtaç değildir, cesede girmez, bedenden kesin bir şekilde ayrıdır. Hem kendini, hem de yaratıcısını bilir; ceset vasıtasıyla hisle duyulan şeyleri anlar, gaib olayları da vasıtasız olarak idrâk eyler. Ruhun bedene alakalanması ile hayat meydana gelir, bedenden alakasının kesilmesiyle de ölüm gerçekleşir.

Biz ruhun bu alakalanmasını bir elektrik hadisesiyle kısmen misal verebiliriz. Şöyle ki: Daima tramvayları görüyoruz. Bunlar hissî bir kuvvetin sıkıştırmasına mâruz kalmaksızın hareket ediyor, bazen de sebebi görünmeksizin ansızın duruyor. Şüphe yok ki bu hadise, görünmeyen elektrik kuvvetinin akımı ve akımın kesilmesi ile alâkadardır. Görmediğimiz bir elektrik kuvveti o koskoca cisimleri son derece sür'atle sevk ediyor, bu kuvvetin kesilmesi de o cisimleri derhal bulundukları yerde durduruyor. İşte bunun gibi ruhun alakalanması da bedeni harekete geçiriyor, bu alakalanmanın yok olması ise bedeni derhal hareketten mahrum bırakıyor.

İmâm-ı Gazali, Ragıb-ı İsfahani, sûfiyyeden bir takım zatlar da bu görüşü savunmaktadırlar. Ruhun var olduğu görüşünde olan filozofların ekserisi de bu kanaattedir.

3- İnsan ruhu, manevî bir nurdur, ilâhî tecellilerden meydana gelmekte, Allah’ın feyizlerinden kaynaklanmaktadır. Ruhun ilâhî mukaddes zattan gelmesi, bir resmin veya güneş ışığının aynaya aksetmesiyle temsil olunuyor ki kendisinden aksedenden hiç bir şey ayrılmadığı, eksilmediği halde akis gerçekleşiyor.

Mutasavvıflardan bir takım zatlar da bu görüşe varmışlardır. Gerçek ilim, Allah Teâlâ'nın katındandır.


Ruhun baki olduğu hakkında görüşler

İnsan ruhu fânî midir? Baki midir? meselesine gelince şüphe yok ki ruh sonradan yaratıldığı için aslında yok olması mümkündür. Ruhların cesetlerden iki bin sene önce yaratıldığını:

 "Ruhlar cesetlerden iki bin sene önce yaratılmıştır."4 hadis-i şerifi ifade etmektedir. Ruh; Eflâtun'a göre ezeli, Aristo'ya göre sonradan yaratılmıştır.

 Ancak yüce yaratıcı Allah Teâlâ hazretleri “insanî nefs-i natıkayı” yok olmaktan korumuştur. İnsan ölmekle ruhu yok olmaz. Şu kadar ki ruhların alaka kurdukları cesetlerden alâkalarını kesmeleri ve bedenler vasıtasıyla ortaya koydukları birtakım eserlerden mahrum kalmaları ruhlar hakkında bir nevi yok olmak demektir. Bundan dolayı ruhların baki kalabilmesi:

 "O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır." 5 ayet-i kerimesine aykırı olmaz. Bununla beraber ruhların anlık bir yok olmaya mâruz olarak tekrar iade edilmesi de mümkündür.

Ruhun baki olduğunu ispat eden deliller

1- Malûm olduğu üzere insanlığın genel düşüncesi, daima yüceliklere meyillidir. Her insan aklî melekelerinin, mânevi kuvvetlerinin yüce bir gayeye yönelik olduğuna inanır. Hâlbuki dünyada hayal edilen bu gaye meydana gelmiyor. Aynı şekilde insanlar bu mücadele dünyasında daima ıztırap içinde, heyecan içinde yaşıyorlar. Hâlbuki insanlık böyle zehir gibi bir hayatın acılarını tatmak için yaratılmamıştır. Eğer insan böyle bir gaye için bu fani dünyaya getirilmiş ise o halde hayvanlardan bile bedbaht demektir. Çünkü hayvanlar mükellef olmadıkları için mesuliyetten beridirler; akıl ve fikre sahip olmadıkları için de mânevi tesirlerden uzaktırlar. Zavallı insan ise böyle değildir. O halde insanın diğer bir âlemde ebedî bir hayata nail olacağı, o âlemde yüce gayenin meydana geleceği şüphesizdir. Bunun aksi ise hikmet ve maslahata muhalif olduğundan düşünmeğe bile değmez.

 2- Bu çilekeş dünyada hiçbir kimse kazancıyla, ilim ve faziletiyle mütenasip bir saadet ve mükâfata nail olamıyor. Bir çok faziletli ve dindar kişiler, çalışmasının karşılığından mahrum, zulüm ve haksızlığa mâruz, dünya hayatının zevklerinden nasibini alamıyor. Bilâkis bir çok kötü ve alçak kişiler arzu ve isteklerine nail olarak pek mesut, müreffeh bir halde yaşıyor. Bu gibi aksine haller ise ezeli yardım ile mutlak ilahi adalet ile uygun olduğu düşünülenemez. Öyle ise insan hayatı yalnız bu fâni dünya ile sınırlı değildir. Bilakis insan bir ebediyet âlemine yönelicidir. O âlemde, yaptığı çalışmalarının karşılığını elde edecektir.

 3- Bedenlerden ayrılmış olan ruhların bazı belirtileri tecrübe ile sabittir. Meselâ; bundan şu kadar zaman evvel vefat eden bir zatın bize vuku bulacağını rüyada haber verdiği şey daha sonra o şekilde gerçekleşiyor, bu gibi şeyler çok defa meydana gelen şeylerdendir. Artık bu hal, ruhların bekasından başka neye yorumlanabilir?

 4- Birçok zatlara göre ruh; basit bir cevherdir, şahsî bir varlığa sahiptir, basit bir mahiyet ise yok olmaktan korunmuştur. Artık bunun aksi sabit olmadıkça ruhun bekası akıl dışı sayılamaz.

 5- Bütün insanlık, ebedi bir âleminin varlığına inanır. İnsanlar diğer bir âlemde mükâfatlara nail olmak için dünyada bir nice hayır eserleri meydana getirirler; bütün milletler vefat etmiş olan kimselerin ruhlarının saadeti için dualar eder, sadakalar verirler. Artık bütün insanlığın bu hususta akıllarına gelen şeyleri, ahlaki kanaatlerini nasıl hataya hamledebiliriz? Bu gibi yüce meselelerde vicdani kanaatinin, yaratılıştan olan meyillerinin kıymet ve ehemmiyeti inkâr olunamaz.

 İşte ruhun bekası hakkında bu gibi birçok ilmî, ahlâki, tabiatötesi deliller mevcut olduğu gibi bir kısım nakli deliller de vardır ki, bu konuda asıl delil olmaya değer olan da bunlardır.

 Bütün âlemleri kaplayan mutlak ilâhî adaletin, insanlık hakkında tam bir şekilde gerçekleşmesi için bir ebediyet âleminin varlığını bütün Peygamberler (A.S.M) haber vermişlerdir.

 Bütün insanlar Allahü Teâlâ’nın kudretinin bir eseri olan o ebedi âleme döneceklerdir. Bu hususta ilahi vaad vardır ki, bunun olmaması asla mümkün olamaz. Cenab-ı Hak o âlemde iman ve itaat ehlini ilahi adaletiyle mükâfata nail edecektir. İnkârcı ve dalâlet erbabı ise sadece kendi suç ve günahları yüzünden pek acıklı azaba düçar olacaktır.

 Nitekim Kur'an-ı Mübinde :

 “Dönüşünüz hep O'nadır. Allah'ın vaadi haktır. Her şeyi ilk baştan yaratan O'dur. Sonra iman edip salih amel işleyenleri hak ettikleri ölçüde mükâfatlandırmak için geri döndürecek olan yine O'dur. Kâfirlere de inkâr ettikleri için kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azap vardır.”6 buyurulmuştur.

 Kısacası o ebediyet âleminde, her şahıs dünyadaki amellerine, niyetlerine göre mükâfat ve ceza görecektir. O yüce âlemde dindar ve faziletli olan kimseler ebediyen saadete nail olacak, kafir ve dinsiz kimseler de ebedi olarak azap içinde tutulmuş bulunacaklardır. Bu saadet ve azabın devamı ise şüphe yok ki hayat kaynağı olan ruhun baki olmasını gerektirmektedir.

***

Allah Teâlâ, Hz. Adem'le başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybî meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı âleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahî hikmetin, ruhun hakikatini, Allah'ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz'i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir.

Kur'ân-ı Kerim'de rûh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır.


Allah Teâlâ, Hz. Âdem (a.s)'ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi rûhundan üflemiş ve böylece Adem (a.s) hayat kazanmıştır. Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi rûhundan üflemiş ve onu rûh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir: 


"Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen... O'dur" (es-Secde, 32/7-9); 

"Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp rûhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa'd, 38/71-72) Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve rûhun ona üfürülüşü hak. ayrıca bk. Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ). İsa (a.s)'ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de rûh, aynı anlamda kullanılır: 

"Irzını koruyan Meryem'i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik..."7

Ayrıca bk. Et-Tahrim, 66/12). İsa (a.s) bundan dolayı rûhullah (Allah'ın rûhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk. Buharî, Tefsiru Sûre, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b. Hanbel, III, 368).

Yine ruh kelimesi Cebrail (a.s)'ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur'ânı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "...Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile te'yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur'ân-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195).

Bazı âyetlerde de rûh kelimesi ile Allah, Teâlâ'nın vahyi, yani âyetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek..." (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk. el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52).

Dört âyette rûh, Allah Teâlâ'nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52). Rûhu Allah'ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;

"Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar. De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O'nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki âyet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Müfessirler bu âyette ruhtan Cebrail'in, İsa (a.s)'ın, Kur'ân'ın ve Hz. Ali (r.a)'a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu âyette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubî, el-Cami li Ahkâmil-Kur'ân, Beyrut 1966, X, 323-324; Fâhreddin er-Râzî, Tefsirül-Kebir, XXI, 36). Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmesinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah'tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk. Kurtubî, aynı yer).

Er-Râzî, ruhun; mahiyetinin kadîm veya hadis (sonradan yaratılıp yaratılmadığı) olduğu, cesedlerin ölümünden sonra bâki mi kaldığı, yoksa onunda fena mı bulduğu; ruhun saadeti ve şekavetinin ne olduğu vb. açılarından öğrenilmek istendiğini; Allah Teâlâ'nın da buna cevap olarak: "De ki ruh Rabbimin emrindedir" mealindeki âyeti indirdiğini söylemektedir (er-Râzî, a.g.e., XXI, 37). Evet, ruhun yaradılışının Allah Teâlâ'nın en büyük fiillerinden biri olduğunu ortaya koymakta; insanın, varlığı hakkında kesin bilgisi olmasına rağmen, nefsinin hakikatını kavramaktan aciz olduğunu bildirmektedir (Kurtubî, aynı yer).

Kelamcılar insan terimi üzerinde dururlarken, insan olarak isimlendirilen şeyin cesed mi, ruh mu yahut da her ikisi mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İleri sürülen bir takım delillere göre, insan olarak isimlendirilen ve muhatap alınan şeyin görünen bu cesed olmadığı; onun ölümüyle yaşamaya devam eden ruhun insan olarak adlandırıldığı isbata çalışılmıştır. Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte; ceza ve mükafat ile muhatap olmaktadır. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz" (el-Bakara, 2/ 154) buyurmaktadır.

Rasûlüllah (s.a.s); Âllah'ın peygamberleri ölmezler. Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler" ve "kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmaktadır. Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden ruhun olduğuna delalet etmektedir. Yani insan bu cesed ve kalıptan başka bir şeydir (Râzî, a.g.e., XXI, 41).

Her ne kadar ruhun mahiyeti, niteliği, fonksiyonları vb. yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu, bu âyete (el-İsra, 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı âlimler ruh hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye çalışmışlardır. Alusî, ruhun ulvî (yüce), nuranî ve hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir. Ancak ona göre ruh, mahiyet itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir. Bu, bir anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir. O, ne hulûlü ve ne de ayrılmayı kabul etmez. Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir. İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir.

Kur'ân-ı Kerim'de; "Rabbın, Ademoğlunun sûlblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin " diye cevap vermişlerdi. Bu kıyamet gününde, 'Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir" (el-A'raf, 7/172) meâlindeki ayetin tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teâlâ'nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Tirmizî'nin naklettiği bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teâlâ, Adem'i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teâlâ'nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür..." (İbn Kesîr, Hadislerle Kur'an-ı Kerim tefsiri, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135). Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah Teâlâ Adem'in sülbünden Nu'man yani Arafat'ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup;

"Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar şöyle demişlerdi: "Evet, biz buna şahidiz. " (İbn Kesir, a. g. e. , VII, 3133).Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (a.s)'ın yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir. Nitekim Ubey b. Ka'b'dan gelen bir rivâyette o; "Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış." âyeti hakkında şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu... (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3136-3147). Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrak eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebu Hureyre (r.a) de bu konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah'ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir" (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3145).

Rasûlüllah (s.a.s)'den nakledilen "Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar" (Buharî, Enbiya, I; Müslim, Birr, 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bârî, Mısır 1959, VII, 179-180). Bedrüddin el-Aynî, bu hadisi şerhederken şöyle demektedir:

"Bu delil, ruhların (cesed için) araz olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır" (Umdetul-Karî, Mısır 1972, XII, 371). Ruhların toplu olarak yaratıldıkları ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir (a.g.e., aynı yer). Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakâlı âyet ve hadislerin tefsirinde ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah Teâlâ'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna varmaktadırlar.

Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: "Şüphesiz sizden birinizin teşekkülâtı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette bir pıhtı olur. Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir. Sonra, Allah ona bir melek gönderir. Meleşe; "Amelini, ecelini, rızkını, Şakî ve sa'id olacağını yazması şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür..." (Buhârî, Enbiya, I). Abdullah b. Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivayet edilmektedir (Müslim, Kader, I).


Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir eksilmeye tabi tutulmaz. Allah'ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği (Azrail) tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır. ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir. Berzah âlemi, dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup, mahivetini ancak Allah Teâlâ bilmektedir. Ancak, Berzah aleminde ceza ve mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir şukurdur" (Tirmizi, Kıyâmet, 26) hadisi bildirmektedir.

Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezeli değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah'ın nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir.

Şehidlerle alakalı (el-Bakara, 2/ 184) âyet buna delalet etmektedir. Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır" (Alû İmran, 3/185) buyurmaktadır. Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır. Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir. Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.

Bazı alimler; "Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın dilediği müstesna" (ez-Zümer, 39/68) meâlindeki âyete dayanarak; kıyamet gününde Allah'ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin öleceğini söylemişlerdir. Bu "bayılmak" anlamındaki "sa'k" kelimesini ölüm olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu doğru değildir. Çünkü Allah Teâlâ; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (ed-Duhan, 44/56) buyurmaktadır. Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir. Zira, Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı ki bu, zikredilen âyete ters düşmektedir.

Kurtubî'nin hocası olan Ahmed b. Amr şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale geçmektir. Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir. Şehidler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim Peygamber (s.a.s), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa'da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını bildirmektedir.

Sûr'a üflendiği zaman, henüz dünyada bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sûr'un dehşetinden düşüp bayılırlar. Ruhların içinde Hz. Musa'dan sonra ilk ayılan Hz. Peygamber (s.a.s) olacaktır (Buhârî, Tefsir, 9; Müslim, Fedail, 10, 161, 162).

Bazı düşünürlere göre, ruh maddeden ayrı olup; ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bir şekli, biçimi ve kişiliği yoktur. Kimilerine göre ise, ruh, bedenin arazlarındandır. Ruhlar ancak beden ile birbirinden ayırdedilebilirler. Bedenin ölümünden sonra ruh tamamen yok olur. Görüldüğü gibi ileri sürülen bu görüşler birer faraziye niteliğinde olup, dayanaktan yoksundurlar. Bu tür gaybî meselelerle alakalı sağlıklı bilgiler, ayet ve hadislerde verilen bilgilerle sınırlıdır.


Ayet ve hadislerde öldükten sonra ruh; çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine açılması gibi fiillerle nitelendirilmektedir: "Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan zalimler melekler, ellerini uzatmış ; "Nefislerinizi çıkarınız" (derlerken) onların halini görsen" (el-En'am, 6/93); "Ey mutmain olan nefis! Razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, Cennetime gir" (el-Fecr, 89/27-30); Bu nasslar ruhun bir kişiliğe sahip olduğuna işaret etmektedirler. Yine bir âyeti kerimede "Nefse ve onu şekillendirene and olsun" (eş-Şems, 91/97) buyurularak, nefsin düzenlenerek bir şekle sokulduğu ortaya konulmaktadır.


Anlaşıldığına göre, muhtemelen ruh, bedene girmeden önce belirli bir şekle sahip değildir ve o durumu hakkında insanoğlunun hiç bir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan insan bedenine üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir, olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpranır fakat ruh, zamanın yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibadetleri ruhu güzelleştirir, kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu çirkinleştirir. İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: "Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak düzeltmiştir. Beden ruhun kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve kabiliyetler bedene tesir eder. Bundan dolayı beden, ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada bedenle ruh kadar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka bir şey yoktur. Bundan dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha; "Ey mutmain nefis, çık!" diye hitab edilir. Kötü bedende olan ruha da "Ey habis nefis, çık" denilir. Yüce Allah "Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularından (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir..." (ez-Zümer, 39/42) âyetiyle nefislerin alındığını, sonra bazılarının bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak, bir ferdiyyeti gerektirir. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ölenin gözü, alınan ruhunun ardından bakakalır" demiş; meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yer yüzünde benzeri görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir arazdan ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü arazın kokusu olmaz, arazın elinden de tutulmaz. Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini koruduğunu gösterir" (İbn Kayyim, Kitabu'r-Ruh, s. 46-47).

Hadislere göre kabzolunan ruhlar göklere çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selamlamakta, nihayet, Rabbin huzuruna sokulmaktadırlar:

"Mü'minin ruhu çıktığı vakit, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Sema ehli "Güzel bir ruh yer tarafından geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salat eylesin " derler. Peşinden onu Rabbine (c.c) götürürler. Sonra "Bunu hududun sonuna kadar götürün" buyurur. Kâfirin ruhu çıktığı vakit, sema ehli; Pis bir ruh yer tarafından geldi" derler ve "Bunu hududun sonuna kadar götürün denilir" (Müslim, Cenne, 17). İyi amelle beslenmiş ruh, dünyadaki şeklinden daha mükemmel, daha parlak daha nurlu olmakta, ibadeti vücuduna ruh olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline benzemekle beraber çirkin bir hal almaktadır.


Yine hadislerden öğrendiğimize göre iyi ruhlar, yeşil kuşlar haline girip, Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu, ruhların, başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar, birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhafaza ederler.


İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir. Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun, kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları bedenin ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü'min ve kâfirin bedenleri birbirine benzer ama, ruhları farklıdır. İki öz kardeş bedence birbirine benzerler, fakat ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok farklıdır. Bu iki ruh, bedenlerinden ayrılınca, ayrılmaları gayet açık biçimde ortaya çıkar.


Yüce ruhlar -ki melaikelerdir- bir beden içinde bulunmadan birbirinden ayırdedildiğine, cinler de yine birbirinden farklı olduklarına göre; bir beden içinde gelişen insan ruhları da elbette birbirinden ayrıdırlar ve ayırdedici özelliklerini korurlar (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu'r-Ruh).


Akaid kitapları genellikle ruhun, kabirde cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç "Gerçekten ölü kabrine konulduğu vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının seslerini pekala işitir" (Müslim, Cenne, 17) şeklinde rivayet edilen hadise istinat etmektedir. Bu konuda İslâm âlimlerinin görüşleri şu şekildedir:


a) Ruh, kabirde cesede girecektir.

b) Cesetten ayrılan ruh, kabirde değil, ancak kıyamette bedene girecektir.

c) Cesetten ayrılan ruh, artık hiç bir zaman cesede girmeyecektir. İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların kabirlerde cesedlerine döneceğini bildiren bazı hadislere dayanarak, öldükten sonra ruhun, kabirde cesede döneceğini, fakat bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü irtibatı (ilişkisi) vardır. Kabirde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabirde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. İbn Kayyim, bu görüşünü ruhun bedene döneceğine dair naklettiği uzun bir hadise dayandırmaktadır. (bk. el-Cevâhir fi Tefsiril-Kur'ân, IX, 117).

Ruh hakkında âyet ve hadisler dışında ileri sürülen bütün görüşler kabule ve redde açıktır. Çünkü mutlak bilgi anlamında bir bağlayıcılıkları bulunmamaktadır.

"Sana ruh'tan sorarlar. De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) âyetindeki ruhtan, insanı canlı kılan ruhun kastedilmediğini ve dolayısıyla, insanın ruhu hakkında âlimlerin konuşmalarının câiz olduğunu ileri sürenlerin, ruh hakkında ortaya koymuş oldukları görüşler, hiç bir zaman ruhun mahiyetinin gerçekliği hakkında ne tatmin edici olmuştur ve ne de aklın ve hayalin ürünü olmaktan ileri gitmiştir. Çünkü bilgi verilmeyen konu, tamamıyla gayb alemiyle alakalıdır ve gayba dair bilgileri de Allah'tan başka kimsenin bilmesi söz konusu değildir.

Ruh Çağırma Ruhun varlığını kabul eden fakat hakkında sapık ve gerçek dışı bir anlayışa sahip olan kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat kurulabileceğini ve böylece, gayb âleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta ve onların cehaletlerinden istifade ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh, Allah Teâlâ'nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmesinin mümkün olduğuna inanmanın hiç bir dayanağı yoktur.

 
 
 
 



Bu haber 4,342 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    6,838 µs